Oded Yinon Planı

Siyonizm’in Hedefi: Büyük İsrail Devleti
Osmanlı’nın son dönemlerine doğru ortaya çıkan Siyonizm, Avusturya-Macar gazetesi Theo dor Herzl öncülü ğünde yurtsuz Yahudilerin, Tevrat’ta bahsi geçen Vaad Edilmiş Topraklar olan Fırat’tan Nil’e kadar olan bölgede bir vatan kurulmasına destek veren fikri ve siyasi ideolo jik harekettir.Theodor Herzl’in başını çektiği Siyonizm, Herzl’in büyük gayretleri sonu cu 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde I.Dünya Siyonist Kongresini yaparak başlatılmış tır.Herzl,yaptığı açılış konuşmasında‘’Biz Yahudi milletini barındıracak bir evin temelini atmak için buradayız.’’ diyerek Siyonizm’in temel gayesini ortaya koymuştur.O dönemde Yahudilerin vaat edilmiş topraklar adlandırdığı yer olan bölge, Osmanlı’nın himayesi altında olup Siyonizm’in hedefinin önüne engel olan bir isim de Osmanlı tahtında bulunmaktadır: Sultan II.Abdülhamid Han.II.Abdülhamid’in hafiyelerin den olan Kont Newlinski aracılığıy la mektup gönderen Herzl,Filistin’i satın almak için Abdulhamit'e teklifi ;Avrupalılara olan tüm borçları ödemek.O dönemin şartlarına ve Herzl’in düşüncesine bakacak olursak Osman lı’nın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılı durum nedeniyle Sultan’ın bunu geri çevirmesi mümkün değildi.Gerçekten ciddi ve cömert bir teklife II.Abdülhamid Han şöyle bir cevap verecektir:‘ Ona söyle: Bu meselede ikinci bir adım daha atmasın.Ben bir karış dahi olsa
toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir.Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır.’’Sultan Abdülhamid’in bu cevabı üzerine Siyonizm hayallerini bir süre ertelemek zorunda kalan Herzl, hiçbir zaman pes etmemiştir. Abdülhamid’in kapısını 3-4 kez daha arşınlayan Siyonizm’in fikir babası, umutlarını biraz daha ertelemek zorunda kalacaktır. Şunu da belirtmek de fayda vardır ki II. Abdülhamid, Herzl ve yandaşlarının farklı yöntem ve usullerle Filistin için adım atacağını tahmin etmiş, bu doğrultuda Yahudile rin Filistin’de toprak satın alıp yerleşmemesi için Filistin’in tapularını kendi üzerine alarak önlem sağlamıştır. Siyoniz m’in bu girişimlerine karşı alınan tedbirler, Siyonistlerin çabala rını boşa çıkarmış ve hedeflerini sekteye uğratmıştır. Abdülhamid’in tahta olduğu müddetçe Filistin’e sahip olamayacağını anlayan Siyonist Yahudiler,Sultan’a karşı olan Jön Türkleri maddi olarak desteklemiş ve 1909’da II.Meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte Sultan Abdül hamid’ in tahttan indirilmesini büyük sevinçle karşılamışlardır. Böylece Siyonizm’in gerçek leşmesindeki önemli sorunlardan biri halledilmişti.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Osmanlı’ya egemen olduğu dönemde yapılan göçler netice sinde sistematik bir şekilde Yahudi nüfusu Filistin’de artmıştır.I.Dünya Savaşı patlak ver mesi ortam da kargaşa ve boşluk oluştursa da Filistin’e devam eden Yahudi göçü durmamış, yavaşlamıştır ancak savaşın sonunda Osmanlı’nın yenilmesiyle Ortadoğu’da topraklarını çoğunluğunu kaybet mesi, İngiltere’nin o bölgeyi işgal ederek yerleşmesi olayı farklı boyut lara taşımıştır.Siyonistlerin Avrupa ve İngiltere’de devam eden kulis ve lobi faaliyetleri İngiltere’yi Filistin’de bir İsrail Devleti oluşturma çabasına ikna etmiştir.Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un 2 Kasım 1917’de yayımladığı Balfour Deklarasyonu ile yurtsuz Yahudilerin Filistin’e göçü ile başlatılan süreç,14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla tamamlanmıştır. İsrail Devleti’nin kurulmasında Yahudi yerleşimcilerin Filistin’e yerleşmesinde II. Dünya Savaşı sırasın da Naziler tarafından Holokost soykırımı önemli rol oynamıştır. Yahudilerin geçmiş ten bugüne kendilerini yurtsuz olarak değişik ülkelerde yaşaması ile birlikte bulundukları ülkelerde ötekileş tirilmeye yani antisemitizmle karşı karşıya kalmaları onları Filistin’e yöneltmiştir.Sorun Siyonizm ’dir: onun bertaraf edilmesi,Orta Doğu’ya barışın gelmesinin ön şartıdır. Filistin’e Arap-Yahudi barışının gelme si buna bağlıdır.
Filistin’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla birlikte Ortadoğu yeni savaşlara gebe olmuş,denge ler üzerine kurulan siyasi hedefler farklı boyutlar ve stratejik önemlere arz olmuştur. İsrail’in kurulmasıyla birlikte 1948 Arap-İsrail Savaşı, 1967 Altı Gün Savaşı,1973 Yom Kippur Savaşı ile birlikte bunları İlk İntifada, İkinci İntifada, Gazze Savaşı izlemiştir. Tabloya baktığımızda İsrail kurulduğu bugünden yana hep savaşlarla muhatap kalmış ve etrafı düşmanlarla ya da potansiyel düşmanlarla çevrili bir devlet olmuştur. Fakat İsrail, yaptığı bu savaşlardan askeri başarılar elde ederek ya da stratejik çıkarlarına uygun anlaş malar yaparak ayrılmıştır. Bu tür sonuçlar almasın da en önemli saik, Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri, siyasi, ekonomik destekleridir. Amerika’nın bu tutumu bugüne değin devam etmiş ve edecektir. Zira Amerika’nın Filistin politika sı, ABD’de yönetimindeki etkin Yahudiler ve birçok Yahudi firmasının mali destekleriyle şekillen miştir.Yahudilerin Amerika’da yürüttüğü lobi faaliyetleri ve ekonomik anlamda Siyonist Yahudile rin Amerikan ekonomisini geçmişten bugüne elinde tutması bunun apaçık delilidir.Bu yüzdendir ki dünya siyasetini yönlendiren ve her ülkenin uluslararası politikasına göre dengeler kuran Pentagon yönetimi, 2012 seçim kampanyasında Barack Obama’nın Amerikan Yahudi Kongresi Başka nı Jack Rosen’in evinde yaptığı toplantıda İsrail’den söz ederken ’’ Hiçbir müttefik İsrail’den daha önemli değildir. Bugüne kadar ki tüm yönetimlerden çok daha fazla İsrail devletinin güvenliği için çalıştık.’’diyerek İsrail’in ABD için ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. İsrail’in Filistin’deki varlığını uluslararası aktörler ve destekler olmadan yürütmesi mümkün değildir. İsrail kurulduğu bugünden yana Avrupa ve ABD’nin gerek uluslararası arenada, gerekse siyasi söylemlerle desteklediği görülmüştür. Ancak burada dikkat edilmesi gereken hususlardan birisi Amerika-İsrail ilişkisidir. Amerika daimi olarak İsrail’in hamisi olduğu gibi desteğini de hiçbir zaman esirgememiştir. Bu ikili ilişkinin temel ana hatları ekonomi ve savunma üzerine kurulmuştur. Yahudilerin ABD’de ekonomisindeki varlığı ve Yahudilerin  ABD’deki yoğun lobi faaliyet çalışmaları,ABD’nin de İsrail’in uluslararası arenada hamisi olması, askeri, siyasi, ticari ve finansal destekleri ile birlikte İsrail’in çıkarlarından yana tutum sergilemesi bu ilişkinin ne düzeyde olduğunu gösterecektir. Bu çerçeveden bakacak olursak Amerikan-İsrail Kamu İşleri Komitesi ( American Israel Public Affairs Committee) kısa adıyla AIPAC, Amerika’nın İsrail’e yaptığı silah yardımlarında çok etkin bir kuruluş olmasının yanı sıra 1985’den itibaren İsrail’e yapılan silah yardımlarının karşılıksız hale gelmesini sağlamıştır. Bir örnek daha verecek olursak Birleşmiş Milletler de İsrail aleyhine alınacak kararların BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan ABD engeline takılması bunun bir göstergesidir.                                                            
İsrail Devleti, Siyonizm hedefi doğrultusunda kurulmuş bir devlettir.Siyonizm’in ilk hedefi İsrail’i kurmaktı ve kurulmuştur da fakat asıl maksatları Yahudilerin kutsal kitabı olan Tevrat’ta da bahsedilen Vaat Edilmiş Topraklarda Büyük İsrail Devleti’ni kurmaktır. Tevrat’ın Tekvin bölümün de bahsi geçen vaat edilmiş topraklar şöyle geçmektedir: O gün RAB Avram’la antlaşma yaparak ona şöyle dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük Fırat Irmağı’na kadar uzanan bu toprakları Ken, Keniz, Kadmon, Hitit, Periz, Refa Amor, Kenan, Girgaş ve Yevuş topraklarını senin soyuna vereceğim. Ayrıca bugün İsrail Devleti’nin kullanmış olduğu bayrak olan beyaz zemin üzerine mavi iki yatay çizgi ve ortasındaki Yahudi yıldızı olarak da bilinen Davud Kalkanı, vaat edilmiş toprakların sınırları olan Nil ve Fırat’ı temsil ettiği düşü nülür.
Sonuç                                                                                              
Günümüzde Ortadoğu’da meydana gelen iç karışıklıkların tam ortasında hedefleri ve ideal leri büyük bir devlet vardır. Osmanlı devrinden itibaren Ortadoğu’da devlet kurmanın peşi ne düşen Siyonistler, çok değil yaklaşık 50 yıl sonra bu devleti kurmayı başarmıştır. Bu başa rının gerçek leşmesindeki engeller tek tek ortadan kaldırılarak bugünkü sonuca varılmıştır. Günümüz İsrail Devleti, Siyonizm’in fikir babası Theodor Herzl’in yurtsuz Yahudiler için vatan olmasını istediği Filistin topraklarında kurulan bir devlettir. Bununla birlikte Siyonist lerin asıl hedefi bugün sahip olduğu toprakları sadece savunmak ya da bununla yetinmek değil, Nil’den Fırat’a kadar olan vaat edilmiş topraklarda Büyük İsrail Devleti’ni kurmaktır. 1946 yılından itibaren yerleşim haritasın dan bugüne doğru gelindiğinde İsrail’in genişleme sürecinin ne büyük ölçüde devam ettiği ve bu isteğin nasıl zamana yayılarak gerçekleştirildi ği görülecektir. Bu süreç boyunca İsrail’in en büyük destekçisi olan ABD’yi ve onun destekle rini de unutmamak gerekir. ABD’de yapılanan Yahudi lobisinin faaliyetleri ve yönetim meka nizmasındaki etkinlikleriyle ABD, her zaman İsrail’i destek lemek zorunda kalmıştır. Yahudilerin geçmişten bugüne ötekileştirilmeye tabii tutulması ve  II.Dünya Savaşı’nda soykırıma uğraması, onların dünyada zavallı ve soykırıma maruz kalmış yurtsuz insanlar olarak dünya medyasında yer bularak sempati algısı oluşturulmaya çalışılmıştır. Şunu net bir şekilde anlamamız gerekir: Dünyada hiçbir insanın Nazi Almanya’sının Yahudilere yaptığı soykırımı tasvip etmesi düşünülemez. Bu insanca bir tutum da olamaz. Ancak bugün dünyada ‘’Yahudilere’’ değil, Siyonizm hedefi doğrultusunda hareket ederek katliam yapan İsrail Devleti’ne tepki gösteren halk kitlelerini de antisemitist olmakla itham etmek ve antisemitizmi bu katliamlarda bir kalkan olarak kullanmak, onların işlediği suçların üzerini örtmesini sağlayamayacaktır.
“Büyük İsrail”:Orta Doğu için Siyonist Plan İsrail'in Ortadoğu Planı
Ortadoğu'nun Yahudi devletine güvenlik ve istikrar sağlayacak bir“hinterland”,bir tür hayat bir tür "hayat sahası" haline gelmesi hedeflenmektedir.
İsrail'in Ortadoğu stratejisinin parçalarından biri olan çevre stratejisi açık açık ilan edilmiş bir politikaydı.Yahudi devleti kendisine stratejik olarak yakın gördüğü ülkelerle yakınlaş mak istemişti ve bunu gizli tutmak için de bir gerek yoktu.
Oysa Ortadoğu stratejisinin daha da önemli olan bir diğer parçası bu denli rahat ve açık bir biçimde ifade edilebilecek bir içeriğe sahip değildi. Çünkü bu parça İsrail'in Arap devletlerini nasıl parçalayabileceği sorusuna cevap arıyordu ve böyle bir planı diplomatik alanda ifade etmesi kuşkusuz büyük bir skandal olurdu. Bu nedenle Ortadoğu stratejisinin bir başka deyişle beka stratejisinin bu parçası gizlice tasarlandı ve uygulamaya kondu. Ancak siyasette zaman zaman görüldüğü gibi bu konuda da bazı "sızıntı"lar oldu ve beka stratejisinin bu gizli parçası ile ilgili bazı bilgiler dolaylı da olsa İsrail devlet aygıtının dışına çıkıp dış dünyaya ulaşabildi.
İsrail Dışişlerinde eski bir görevli olan Oded Yinon'un 1982 yılında Dünya Siyonist Örgütü' ne bağlı Enformasyon Dairesi'nin İbranice yayın organı Kivunim'de yazdığı bir rapor işte bu "sızıntı"ların en önemlisiydi."1980'lerde İsrail İçin Strateji" başlığını taşıyan yazı İsrail'in tüm Ortadoğu'yu kendi beka stratejisi uyarınca düzenlemeyi
tüm bir bölgeyi "hayat sahası" haline getirmeyi hedeflediğini gösteriyordu çünkü..
Yinon'un raporu Ortadoğu ülkelerinin demografik yapısını kendine temel alıyordu. Yinon'a göre Ortadoğu ülkelerinin hepsinde dini veya etnik yönden azınlık durumunda olan gruplar vardı ve İsrail bu ülkeleri iç karışıklığa sürüklemek ve sonunda da parçalamak için bu azınlıklar arasındaki anlaşmazlıkları körükleyebilir bunları çatışmaya dönüştürebilirdi. Yinon şöyle yazıyordu: Müslüman Arap alemi buralarda yaşayan insanların dilek ve arzuları hiç dikkate alınmadan yabancılar tarafından biraraya getirilmiş iskambil kağıtlarından yapılma geçici bir ev gibidir.
Keyfi olarak 19 devlete bölünmüştür.Her biri birbirine düşman azınlıklardan ve etnik grup lardan oluşturulmuştur. Dolayısıyla bugün her Müslüman Arap devleti içten etnik toplumsal çöküntü tehdidi altındadır; bazılarında iç savaş başlamıştır bile.
 (1) Peki böylesine karışık bir Ortadoğu'da İsrail'in beka stratejisi ne olacaktır? Cevap basittir; böl ve yönet yani bu yapay devletlerin parçalanıp çözülmelerini sağlamak. Yinon her Arap ülkesine sırayla değinir ve nasıl parçalanabilecekleri konusunda fikir yürütür Oded Yinon'un 1982 yılında "İsrail İçin Strateji" başlığı altında yazdığı tüm bu senaryoya baktığımızda çok ciddi kapsamlı ve uzun vadeli bir "Ortadoğu stratejisi" ortaya çıkmaktadır. Bu aynı zamanda İsrail'in beka stratejisidir.Yahudi devletinin Ortadoğu'da baki kalabilmek Haçlıların akıbetinden kurtulabilmek asla bir "Hıttin" yaşamamak için tüm Ortadoğu'yu yeniden düzenlemesi öngörülmektedir. Ortado ğu'nun Yahudi devletine güvenlik ve istikrar sağlayacak bir "hinterland" bir tür "hayat sahası" haline gelmesi hedeflenmektedir. Ancak unutmamak gerekir ki bütün bölgeyi yeniden inşa etmeye kalkışmak üstelik bunun için farklı gruplar arasında çatışmayı kışkırtmak ülkeleri parçalamak asla güvenlik ve istikrar getirmeyecektir. Huzur ve istikrar ancak insancıl adil ve ılımlı bir politika izlenerek inşa edilebilir. Bu noktada önemli bir soru ortaya çıkar: Yinon'un yazdıkları acaba İsrail devlet aygıtının gerçek ve geçerli stratejisi midir yoksa kendi hayalgücünün mü ürünüdür?
Bu soru konuyla ilgili önemli isimler tarafından ele alınmıştır ve hemen hepsi de Yinon'un yazdıklarının İsrail'deki "derin devlet"in gerçek stratejisi olduğu konusunda hemfikirdir.
Kudüs İbrani Üniversitesi profesörü Israel Shahak Yinon'un raporunu temel alarak yazdığı The Zionist Plan for the Middle East (Ortadoğu İçin Siyonist Plan) adlı çalış masında raporda yazılanların İsrail'in uzun vadeli stratejisinin bir özeti olduğunu vur gular.
 (2) Rapor üzerine eğilen bir diğer ünlü isim Yahudi asıllı Amerikalı dilbilim profe sörü ve siyaset yorumcusu Noam Chomsky de aynı görüştedir. Bertrand Russel Barış Vakfı eski genel sekreteri Ralph Schoenman ise Oded Yinon'un söz konusu raporu nun sıradan bir belge olmadığını "İsrail'de gerek ordu gerekse haberalma örgütünün üst kademelerine egemen olan düşünce yapısını" sergilediğinisöy lemek tedir.
 (3) Bunu teyid eden en açık kanıt ise yaşanmış somut olaylardır. Sözünü ettiğimiz "beka için parçalama" stratejisi Oded Yinon'un 1982'de yazdığı raporu ile dışarıya sızmıştır belki ama gerçekte 1950'lerin ortalarından beri Yahudi devletinin günde mindedir ve zaman zaman fiili bir politikaya da dönüşmüştür.İsrail'in Arap ülkelerin deki ayaklanma ve iç savaşlarda oynadığı gizli rol bunu göstermektedir.
İsrail’in Azınlıkları Kışkırtma Stratejisi
Yahudi devletinin Ortadoğu'daki tüm bu iç savaşlardaki rolü kuşkusuz son derece önemli bir stratejik anlam taşımaktadır. Lübnan Yemen Umman Çad ve Sudan'daki iç savaşların hepsinde de "İsrail parmağı"nın var oluşu bizlere "beka için parçalama" stratejisinin ne denli gerçekçi olduğunu ve İsrailliler tarafından ne denli ısrarlı bir biçimde uygulandığını göstermektedir. Anlaşılmaktadır ki Ortadoğu ülkelerindeki her çatışma Batı Kudüs'te büyük bir stratejik fırsat olarak görülmektedir.
Ortadoğu ülkelerindeki bu iç çatışmalar bir ülkenin parçalanmasına neden olabilir –ki İsrail'in de en büyük amacı budur. Bunun yanı sıra parçalanma ile sonuçlanmasa bile her iç çatışma en azından istikrarsızlık meydana getirir ve ülkeleri zayıflatır. Etrafındaki Müslüman/Arap ülkelerin istikrarsızlaşması ve güçsüzleşmesi ise Batı Kudüs açısından önemli -ancak bir o kadar da yanlış- bir stratejik hedeftir.
Komşularını sürekli bir tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçen bir İsrail hem kendi toplumuna huzur sağlayacak hem de bölgenin istikrara kavuşmasına aracı olacaktı.
İsrail'in beka için parçalama stratejisinden vazgeçmesi ancak komşularına karşı dostane bir bakış açısı geliştirmesi ile mümkün olacaktır. Komşularını sürekli bir tehdit unsuru olarak görmekten vazgeçen bir İsrail hem kendi toplumuna huzur sağlayacak hem de bölgenin istikrara kavuşmasına aracı olacaktır. Böylece başlatılan barış süreçleri de "vakit kazanmak için" değil gerçekten barışın inşa edilmesi için değerlendirilebilir.İsrail gerçek bir barışa yönelmediğini sürece Ortadoğu devlet lerinin içindeki azınlıkları "kart" olarak görmeye ve kışkırtmaya devam edecektir. İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdüğü bu dış poltikası tamamen İslam ülkelerinin içinde karışıklık çıkarmak istikrarsızlık meydana getirmek üzerine kurulu olduğundan Müslümanların birlik içinde olmalarına engel taşıyan önemli bir dış etkendir.
Israel Shahak

İsrail’in GAP Senaryosu
Güneydoğu Topraklarında Neler Oluyor?
'Mayınlı tarlada yürüyorsunuz'Dünyanın 4.büyük projesi olan GAP'a ilgi büyük. GAP'ın suyu ise herkesin iştahını kabartıyor.Kitabın yazarı Gazeteci Hasan Taşkın'ın, GAP'ta İsrail'in toprak aldığı yönündeki bilgileri teyit etmek için bölgeye gidişinden benim de haberim oldu. Yaptığı araştırmalarda ortaya çıkanlar ise beni hiç şaşırtma dı.Çünkü bölgede görev yapmış bir general olarak bazı çalışmalardan haberdar olmuştum.
Hasan Taşkın yaptığı araştırmasını Nokta Dergisinde yazdı. Dergi konuyu kapak yap tı ve"Gizli GAP Raporu" konulu haber ortaya çıktı. Bu haberin ardından 'Gizli GAP Raporu'nu araştırmak için bölgeye müfettiş gitti. Şimdi esas olan bölge insanının, topraklarının sahibi olduklarının bilincine varmalarıdır.
Hasan Taşkın'ın yazdığı ve Nokta'da yayınlanan 'Gizli GAP Raporu'nun ardından, önce bölge milletvekilleri Muharrem Doğan ve Vedat Melik konuyu Meclise taşıyacak larını belirttiler.Ardından,Tapu Kadastro Genel Müdürü Mehmet Zeki Adlı,GAP bölge sindeki arazi alımlarını soruşturmak üzere 2 müfettiş görevlendirdi.Ancak,yabancı lara toprak ve konut satılmasının yasal olduğu gerçeği de göz ardı edilmiyordu. Hasan Taşkın'ın Ortaya çıkardığı İstihbarat raporunda zaten İsrail'in hukuka aykırı bir şekil de toprak aldığı belirtilmiyor, aksine hukuka uygun ve Yahudi kökenli Türk vatandaşları aracılığıyla,İsrail'in Şanlıurfa'da 450 bin dönüm toprak alımı yaptığı öne sürülüyordu.
İşte bu nokta,konuyu işin içinden çıkılamaz duruma getiriyor.Tapu Kadastro Genel Müdürü Adlı da bu zorluğa dikkat çekiyor.Yetkililer şimdi bu işin içinden nasıl çıkıla cağını düşünüyor...
Yasalar eli kolu bağlıyor.Diğer yandan, AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarılan ve yabancıların toprak ve mülk almalarını içeren yasa da, bu çerçevede tartışılır duruma geldi. Yasanın yeniden gözden geçirilmesi de gündemde. Bence gözden geçirilmesi uygun da olur.Bu konu şimdi Türkiye'nin ve hükümetin gündemine oturdu.Ticari amaç için yabancı yatırımcıya kimse bir şey demez.Bunu herkes ister. Ancak İsrail'in bölge deki çalışmaları, bu işin arka planında bir art niyet olduğu ve bu niyetin de 'Büyük İsra il Projesi'ni kapsadığı şüphesi doğuruyor. İşte bu kitabın yazarı da buna dikkat çeki yor.
Mayınlı tarla
Önce yaptığı haberle gündemi değiştiren,daha sonra ise bunu detaylı hale getirip kitaplaştıran Hasan Taşkın'ı kutluyorum.Mücadele alanı mayınlarla dolu.Dikkatli olma sını tavsiye ediyorum. Ama vazgeçmesin.Bu tip olaylarda sonuna kadar gitmek lazım. Mevcut olan bilgi ve belgeler,yapılan girişimler her şeyi ortaya koydu.Artık bundan sonraki sorumluluk başta yetkililerin, sonra bölge halkınındır.
İşin içinde menfaat var "Cesaret, akıl ve düşüncenin bir tehlike anında kullanılma sıdır" diyor bir düşünür. Meselenin iç yüzünde menfaatler olduğu belli.Oradaki halkın bakışı da önemli...Vatandaşlar,bu memleketin hudutları içerisinde,bu toprakların sa hipleri olarak kendilerini görmeli.Yoksa bu mücadele daha fazla zorluklar getirir. Söyleyecek fazla bir şey bulamıyorum. Zaten Hasan Taşkın olayı yeterince ortaya koydu. O yüzden daha fazla ne söyleyebilirim?
Necdet Demiral
Emekli Tuğgeneral
ASAM Ortadoğu Masası Başkanı
Son günlerde ayyuka çıkan ve medyaya da yansıyan İsrailli şirketlerin ve İsrail Dev leti ve İstihbaratıyla ilişkili şahısların,GAP bölgesinden toprak alma eylemleriyle ilgili bilgiler,bu kita bın yazarı Hasan Taşkın tarafından bölgede bir haber çalışması yapıl masıyla ortaya çıkmış tır.Bu çalışmayla birlikte anlaşılmıştır ki başta gerçekten manipülasyon gibi görünen olayın, bölgede sağır sultanlar tarafından bile bilinen ve tartışılan oldukça geniş boyutları vardır.
Tartışma bölgede çok boyutlu yapılmasına rağmen,temelde bu bölgede toprak alımında bu lunan Yahudilerin,Tevrat metinlerini kaynak alarak GAP bölgesi topraklarını"Vaadedilmiş Top raklar"statüsünde düşünmesi,İsrailliler tarafından yapılan tüm çalışmaların bu teoreme uy gun bir kriterle yapıldığı izlenimini doğurmaktadır.
Bu konu Hasan Taşkın tarafından çalışmanın bütününde değerlendirilmektedir.Ancak,İsrailDevletinin,İsrail istihbarat kaynaklarının ve uluslararası Yahudi lobilerinin Türkiye üzerine yaptıkları kurguları iyi anlayabilmek için belki de önce Filistin topraklarındaki süreci bilmek ve anlamak gerekecektir.Bu yüzden çalışmanın bu bölümünde bu konu üzerine birkaç şey söylemek daha anlamlı olacaktır.
FİLİSTİN...
20.yüzyılın özellikle son yarısında savaşlar da dahil olmak üzere,uluslararası arenalarda yapılan yüzlerce tartışmada Filistin ve İsrail Devleti olgusu ve sınırları temel olgu olarak yer almıştır.Bu gün iç içe geçmiş gibi görünen bu devletlerin sınırları aslında oldukça değişken bir yapı arz etmektedir.Toplamı Türkiye topraklarının % 4'ü kadar olan bu toprakların tamamı 28.220 kilometrekaredir.Bölgenin tarihsel ve güncel merkezi binlerce yıllık tarihsel sorunlara neden olan Kudüs'tür. 28.220 kilometre karelik bu toprak, bugün hem İsrail hem de Filistin devletine ev sahipliği yapmaktadır.
Birleşmiş Milletler kararı ile tanınan,resmi İsrail Devletinin toprakları bu coğrafyanın oldukça büyük bir bölümünü içermektedir.Bugün İsrail'in uluslararası anlaşmalarla elde ettiği toprak miktarı 20.000 kilometrekare civarındadır.Yani bölgedeki toprakların büyük kısmı İsrail devle tine aittir.Ancak kalan toprakların yarısından fazla bölümünde de İsrail işgali devam etmekte ve uluslararası anlaşmalarla Filistin halkına verilen topraklar da İsrail'in kontrolü altında bulunmaktadır.
Yaklaşık 8.5 milyon kişinin yaşadığı topraklarda,6 milyon kişi yeşil hat diye adlandırılan böl gede,1 milyon kişi Gazze'de,1.5 milyon kişi ise Batı Şeria'da yaşamaktadır.Filistin nüfusunun yaklaşık 1 milyonu İsrail'in uluslararası resmi sınırı kabul edilen yeşil hat içindeki bölgelerde yaşamaktadır.Yani bugün İsrail Devleti sınırları içerisinde yaşayan Yahudilerin toplamı 6 milyon civarındadır ve bu sayı dünyanın çeşitli yerlerinden gelen Yahudi göçmenlerle sü rekli artmaktadır.
Filistin halkının İsrail işgaliyle başlayan göç ve mülteci hayatı bugün hala devam etmekte,bu da bölgedeki nüfus yapısının belli noktalarda yoğunlaşmasına yol açmaktadır.Yine uluslara rası veriler göstermektedir ki,Gazze bölgesinde 400 metrekarelik bir alanda yaşayan 1 mil yon Filistinliye karşılık,bazı bölgelerde bu onda bir bile değildir.Bu da Filistin halkının sava şın dışında bir yoksulluğa mahkûm edilmiş olmasının başka bir göstergesidir.
İSRAİL...
İsa'dan binlerce yıl öncesine dayandırılan Tevrat metinleri,tarihsel süzgeçten geçtikten son ra bu gün de varlığını ve Yahudiler açısından kutsallığını sürdürmektedir.Tevrat metinlerin den yola çıkılarak süreç değerlendirmesi yapıldığı takdirde,bugün İsrail ve Filistin ortak sınır larının bulunduğu topraklar 4000 yıldan daha uzun süredir savaş ve gözyaşı toprakları ola rak anılagelmiştir.Musa Nebiden bu güne taşınan tarihsel miras,süreç içerisinde her ne ka dar dönüştürülmüş ve değiştirilmiş gibi görünse de,bölgenin binlerce yıllık savaşa dayalı top lum ve kabile özelliği bugün hala varlığını sürdürmektedir.
Tarihsel kaynaklara göre,M.S.132 yıllarında Roma'ya karşı ayaklanan Yahudilerin ayaklan maları Roma devleti tarafından çok kanlı bir şekilde bastırıldı ve binlerce Yahudi çok feci bir biçimde öldürüldü.Hayatta kalan Yahudiler ise ölümden kurtulabilmek için dünyanın dört bir tarafına dağıldılar.Roma İmparatorluğu tarafından dünyanın çeşitli yerlerine dağıtılan Yahudi toplumunun Ortadoğu'ya geri dönme ve burada bir devlet kurma planı,Osmanlı'nın son döne mine denk gelen bir faaliyettir.19.yüzyılın, milliyetçilik akımları açısından en güçlü faaliyetle rin yürütüldüğü ve Filistin topraklarında egemenliğini sürdüren Osmanlı'nın batılı devletler tarafından yok edilme senaryolarının hazırlandığı yüzyıl olduğu da düşünüldüğünde,Yahudi toplumunun binlerce yıla yayılan Yahudi devleti hayalinin neden bu dönemde güçlendiği kolayca anlaşılacaktır.
Yahudi devleti projesi çerçevesinde,Filistin topraklarına Yahudi akını önce Avrupa'dan baş ladığında,tarihler 18.yüzyılın ikinci yarısını henüz gösteriyordu.18.yüzyılın sonuna gelin diğin de,Filistin topraklarının oldukça büyük bir bölümüne Yahudiler yerleşmişti ve bu yerleşimciler burada kuracakları Yahudi devletinin planlarını yapıyorlardı.18.yüzyılın son döneminde yani 1896'da Theodor Herzl'in başkanlığında kurulan bir ekibin önder liğinde,Ortadoğu'da bir Yahudi devletinin kurulması fikri ilk defa dillendirildi.1897 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde Herzl önderliğinde toplanan 1.Siyonist Kongresi,
Ortadoğu'da bir Yahudi devletinin kurulması ile ilgili temel hedefleri belirleyerek,Yahudi devle tinin kurulması ile ilgili ilk adımı atmış oldu.Yapılan bu kongreden sonra tüm dünyadaki Yahu diler örgütlendiler ve Filistin'de kurulacak Yahudi devletinin altyapısını oluşturacak kararlar almaya başladılar.Bu çalışmalar sırasında,Yahudi siyasetçiler,dünya ticaretini,elinde bulun   duran Yahudi toplumunun ticaret adamlarıyla organize maddi fonlar oluşturdu ve 20.yüzyılın başına gelindiğinde,Theodor Herzl bu fonlarda biriktirilen parayla II.Abdülhamit'ten Filistin topraklarını bir bütün olarak satın almayı teklif etti. Ödenecek paranın dışında Osmanlı'nın tüm dış borçlarının üstlenilmesi de bu teklifin içerisindeydi.
Ancak Herzl'in,Osmanlı devletini ekonomik anlamda güçlendirecek,ancak siyasal anlam da çökertecek bu teklifi II.Abdülhamit tarafından reddedildi.Herzl'in bu teklifinin II.Abdülha mit tarafından reddedilmesiyle birlikte Yahudi örgütleri Orta doğu'daki faaliyetlerine dahada ağırlık verdiler.
Takvimler 1914 yılını gösterdiğinde ise,uluslararası fonlarda biriken paralarla,Filistinliler den satın aldıkları topraklarda 100.000'e yakın kişiden oluşan bir Yahudi kolonisi kurul muştu bile.
Sonraki süreçte,Yahudi toplumunun Filistin topraklarında yeni koloniler oluşturması Yahu di cemaatleri ve örgütlerinin güçlü olduğu batılı ülkeleri harekete geçirdi ve Sykes - Picot antlaşmasının 1916 yılında imzalanmasıyla birlikte Filistin topraklarında bir Yahudi devle tinin kurulmasının önü açılmış oldu.
Bu antlaşmadan sonra Yahudilerin Ortadoğu'ya göçü hızlandı ve uluslararası Yahudi toplu mu,Avrupa devletlerinin ve özellikle bu bölgeyle ilgili her zaman açık-kapalı hesapları olan İngiltere'nin desteğiyle,Filistin topraklarında daha fazla mevzi kazanmaya başladılar.
Birinci Dünya savaşı da Yahudilerin Filistin topraklarındaki devlet yaratma kurgularına yar dımcı oldu ve Osmanlı'nın bölgedeki gücünü tamamen yitirmesiyle birlikte bölgedeki kontrol tamamen Avrupa devletlerinin özellikle de İngiltere'nin eline geçerek Yahudi devletinin önü nü açmış oldu.


Mossad - Barzani

MOSSAD - Barzani 
Hunharca katledilmesinden sadece on yedi gün önceydi. Mossad ve Barzani konu başlıklı makalesinde‘İsrail gizli servisi Mossad ve Kürt liderlerinden Barzani ailesinin arasında cereyan eden etkileşime dikkat çekiyordu rahmetli Uğur Mumcu Son maka lelerinden birinde ‘’ Yakında yayınlayacağım kitabım da,Kürt Milliyetçileri(PKK) ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkilere ışık tutacak çok ilginç belgeler açıklayacağım’’ demekteydi. İstihbarat örgütü ifadesi yerine çoğul bir ifade kullanmayı tercih etmesi ‘’İstihbarat örgütleri’’ vurgusu, ölümü ile birlikte sır perdesi olarak şarapnel parçalı bede niyle toprağa gömülecekti.Tarihler 24 Ocak 1993 gösterdiğinde otomobiline konulan bombanın patlaması ile şehit edilen Uğur Mumcu’nun,Kürt Milliyetçileri!(PKK veMossad )ile istihbarat örgütleri arasındaki ilişkileri açıklanması böylelikle engellen mişti.Cinayetin işlendiği akşam Cumhuriyet Gazetesi’ne gelen telefonda;’Uğur Mumcu İslam adına cezalandırılmıştır’’ denilerek istihbarat savaşla rında sıkça rastlanılan hedef şaşırtma yoluna gidildi.Türk kamuoyuna Uğur Mumcu suikas tının arkasında ki örgütün İran İstihbarat Örgütü ‘’Savama’’ olarak aşılandı.Kitle iletişim araçları ile Türk kamu oyun beynine yapılan aşı sayesin de,Uğur Mumcu suikastını İran istihbarat örgütü Savama’ nın Türkiye’de düzenlediği bir operasyon olarak milletimizin bilin çaltına yerleştirilmesi sağlanacaktı.Henüz cenazesi kaldırılmadan Cumhuriyetçi Sanatçılar tarafından kendisine kahramanlık türküsü yazılacaktı.Gazetelerin İran’ı hedef gösteren yayınları ile Cumhuriyetçiler! Bir taraftan‘’Türkiye Laiktir Laik Kalacak’’ diye sloganlar atıyor,diğer taraftan kortejlerde kol kola girerek‘’Çevirdim anahtarı /Apansız bir ölüme Şarapnel parçaları /Saplandı ciğerime Ucuz can pazarıydı/Kan doldu gözlerime İsimsiz korkuları / katmadım yüreğime Bembeyaz doğruları /yaşadım ölümüne’’Uğurlar olsun Uğur lar olsun / Yürekli yiğitler yoldaşın olsun. Türküsünü yanık ciğerlerinden söylüyorlardı. Yakı lan türkü, atılan slogan hedef şaşırtmanın başarılı olduğunun göstergesiydi. Beyinlere vuru lan aşı tutmuş,Mumcu cinayetin diğer istihbarat birimlerinin üzerine yıkılması başarılmıştı. Cumhuriyet iyi ki vardı! Cumhuriyetçiler iyi ki vardı! Her şeyden önemlisi iyi ki İslami cemaatlerin silahlı örgütleri vardı iyi ki!Gören ve iyi analiz eden gözler için Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, Muammer Aksoy, Çetin EMEÇ, Turan Dursu, ve Bahriye ÜÇOK suikastleri gibi planlandığı şekilde gerçekleşmişti…İsrail gizli servisi MOSSAD, Uğur MUMCU suikastini de İran’ın üzerine ihale etmeyi başaracaktı.Bir Pazar sabahı kar altında Ankara’ ya sığmayan kalabalıklar haykırıyordu. ‘’ Türkiye İran olmayacak…‘’Tam da aynı gün ve aynı saatler de Türkiye, İran olmadığı gibi; Amerikan ambargosu yüzünden ekonomik sıkıntı yaşayan İran’dan gelen kalabalık heyet Esenboğa hava alanına indi.İran’dan gelen heyet ile, Türkiye ve İran arasında ‘’ Türkmen doğalgazının İran toprakları üzerinden Türkiye’ye taşınması için 25 Milyar dolarlık bir anlaşma imzalanacaktı.Heyet zamanın iktidarı tarafından kusura bakmayın bu gergin ortamda İran ile ticari iş birliği yapamayız diyecek ve paşa paşa heyeti ülkelerine geri postalayacaktı.Böylelikle MOSSAD bir cinayet ile iki kuş vurmuş oldu.Uğur MUMCU’nun 07 OCAK 1993 tarihli MOSSAD ve BARZANİ başlıklı makalesinin yayınlanmasından sonra, İsrail Büyükelçiliği tarafından ısrar ile tam dört kez arandığını biliyoruz.Uğur MUMCU’nun yapılacak görüşmede üçüncü bir kişinin de bulunma tavrını İsrail büyükelçiliği neden kabul etmediğini de anlamış değiliz. İsrail büyükelçiliği ile yaptığı bu görüşmenin ardından Uğur MUMCU suikasta uğrayarak sevenlerini yasa boğdu.Suikastin akıllara taşıdığı Uğur MUMCU’nun kitabını yazmaması için İsrail büyükelçiliği tarafından önce bürokratik bir üslup ile tehdit edilmiş olabileceği ihtimalidir. Bürokrat görünümlü MOSSAD ajanların tehditlerini ciddiye almayan MUMCU suikasta uğramıştı.Gariptir Türkiye’de hasta yatağında Kırım Kongo’dan ölen bir hastanın bile, kitlesel iletişim araçlarıyla görüştüğü en son kişiler gözaltına alınmaktadır. Kırım Kongo Kanamalı Ateşli mikrobunu hastayı ısırarak sen mi öldürdün ‘ diye günahsız zavallı insanları gözaltlarında perişan edildiğine tanık olmuştur adli hukukumuz. Dedik ya Türkiye gariplikler ülkesidir işte. Aynı adli güvenlik makamlarının İsrail Büyükelçiliği’ne Uğur MUMCU ile ne görüştünüz sorusuna gündeme taşımaya dahi gerek görmemiştir.SUİKASTAN SENELER SONRA DAVOS İsrail’de yayınlanan Jurusalem Post’ gazetesinin köşe yazarlarından Herb KEİNON’ un aktardığı bilgiye göre ‘’ Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan ile görüşen Başbakan Ehut OLMERT ile konuşuyordum’’ dedikten sonra ‘’ Türkiye’nin Suriye – İsrail arasında ki arabulucuğuna değiniyor ve devam ediyor:Üst düzey yetkililer ERDOĞAN’ın ülkede yükselen ulusal muhalefet karşısında yaklaşan seçimler öncesi meşruriyetini sağlamak için yüksek profilli bir uluslar arası diplomatik başarıya ihtiyaç duyduğunu söyledi.’’Gazeteciye yukarıda ki bilgiyi veren ise İsrail başbakanı Ehut OLMERT’in ta kendisidir. Hem de bilgiyi Tayyip ERDOĞAN ile görüştükten dakikalar sonra paylaşmıştır.Sırf bu bilgiden bile DAVOS’ un danışıklı dönüşüklü tiyatro olduğu belgelenmiştir. Aksi taktirde DAVOS toplantısında, Anafartalar da zafer kazanmış genel kurmay başkanı havasına giren R.T.E, aynı tavrı ve üslubu her gün yüzlerce Müslüman Türk’ün soykırıma uğratıldığı Doğu Türkistan’da Uygur Türkleri için de gösteremeyecekti.İsrail bu danışıklı dönüşüklü tiyatrodan nasıl bir çıkar sağlayabilir?Aslın da sorunun cevabı oldukça basittir. CIA hazırladığı 2050 yılında Türkiye Dosyası’nda Türkiye’nin haritası yeniden çizilmiş gösteriliyor.Türkiye Haritasının yeniden şekillenmesinin bir adım sonrası Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmektir. O proje ki 35 ila 40 milyon Yahudi’nin yerleştirileceği Büyük Ortadoğu Devleti’dir. Rapora göre Büyük Ortadoğu Devleti’nin ( Büyük İsrail İmparatorluğu’nun’’ başkenti İstanbul olacaktır.Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eş Başkanı olmak ile gururlanan Başbakan Tayyip ERDOĞAN, Bilderberg toplantıları sonucunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanı ilan edilerek Siyonizm tarafından maddi ve manevi destek görebilmek için her türlü pazarlığa açık karakterlidir. Eski bir pazarlama müdürü olan Sayın Başbakanın karakteristlik yapısında ki zafiyet Türk Milletinin başına gelmiş geçmiş en büyük musibet ve bela ile alakalıdır. Başbakan R.T.E’nin gösterdiği gayri milli zafiyetler sonucunda ülke hızla bölünme ve ayrıştı rılma sürecine doğru gaz kesmeksizin son sürat ilerlemektedir. Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluş aşamasında bulunan gayri Türk unsurlar ile A.B.D ziyaretleri yapması, Türkiye’de iktidara gelir gelmez yol arkadaşla rını, dedeleri vatan hainliğinden idam edilen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının torunlarından seçmesi ne büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun nişanıdır. MOSSAD dün Ayrılıkçı Kürt teröristleri ile irtibat halindeydi. Bugün ise AKP üzerinden İslami cemaat ve tarikat liderleri ile sıkı fıkı ilişkiler içerisindedir. Birçok tarikat liderinin İsrail de şirketleri olduğunu ve bu tarikat liderlerinin İsrail’li Yahudiler ile ortaklık kurduklarını çok iyi biliyor ve kendilerini yakından takip ediyoruz.Kürt Milliyetçilerine (PKK terör Örgütüne) sözde, Türk sömürgeciliğine karşı bağımsızlık savaşı verdirterek Kürtler ile Yahudilerin akrabalığı propogandasını yapmakta olan, Ayrılıkçı ve maceracı Kürt gençlerine silahlı terör örgütü kuran ve bu terör örgütüne maddi destek veren gözü ve gönlü kanlı İsrail hükümetidir. Fikir ve cesaret babası ise Pentagon da bulunan Ortadoğu sorumlularıdır.MOSSAD Son on beş yıl da İslami cemaatle rin içerisine iyiden iyiye sızmayı başaracak ve ayrılıkçı Kürt teröristlerine İslami cemaat görüntüsünde dernekler açmaları için finans sağlamıştır. İsrail devletinin finanse ettiği sözde dini dernekler Ülkemizdeki saf ve temiz Müslümanları aldatmayı gayet iyi başarmak tadır. MOSSAD finanslı İslam dernek ve cemaatleri ‘’ ŞERİAT İSTERÜK’’ yaygarası ile devlet düşmanlığını körükletmektedirler. Verdikleri destekler ile besledikleri sözde İslami cemaat ve derneklerin basın yayın organları saf Müslümanların akıllarında olduğu gibi yüce İslam dinimizin geleceğini de hipotek altına almayı ne yazık ki başarmışlardır. Yazımıza Uğur Mumcu ile başladık yazımızı da Uğur Mumcu’nun bir sözü ile devam etmek istiyoruz. MUMCU makalesinde soruyor..- ‘’ Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, anti emparyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi? ‘’Biz de sormadan edemeyeceğiz Kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’de ‘’ Ey iman edenler’ Yahudiler ve Hristiyanları dostlar edinmeyin. Onların bazısı, bazısının dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse şüphe yok ki, o da onlardandır. Muhakkak ki Allah zalimleri hidayete, doğru yola iletmez’’ buyurmaktadır.Yüce Allah’ın Kuran’ı Kerim’de kesin hükmü olmasına karşı, İsrail ile ortak şirket kuran dini cemaat liderleri Büyük Ortadoğu Projesi için MOSSAD ile yakın ilişki içerisine girmiştirler.Büyük İsrail’in sadece ayrılıkçı Kürt gençleri kışkırtılarak kurulamayacağını okuyan MOSSAD ajanları, ayrılıkçı Kürt Militanların yanı sıra, Türk Milleti’nin en zayıf karnı olan İslami cemaatleri de yanına alarak Büyük İsrail’le koşar adım gitmektedirler.Saha geliştiren MOSSAD ‘’ İsrail Şeytan Üçgeni’nin bir kutbuna Ayrılıkçı Kürt militanlarını( PKK) ,diğer kutbuna sözde İslami cemaat ve dernekleri ve en son kutbuna ise AKP iktidarı oturtmaktadır.AKP de siyaset yapan PKK sempatizanı Kürtlerin ve AKP de siyaset yapan sahte sofilerin AKP çatısı altında buluşmalarının başka ne gibi bir izahı olabilirdi ki?                             

Kaynak: Doç.Dr.Sait Yılmaz,-İAU Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyesi,USAM Müdürü
AKP Yahudi Barzaniyle Neden Gurur Duyuyor ?






27 Mayıs Süreci

27 Mayıs 1960'a giden gelişmeler... 
Bu yazının amacı,1960 ihtilali ile sonlanan filmin unutulan sahnelerini bir şerit halin de gözlerinizin önünden geçirmektir.
Ayrıca, Cumhuriyet’in ilk ‘tek parti iktidarı’ yıllardır masaya yatırılırken, ikinci ‘tek parti iktidarı’nı konuşmamak da olmazdı doğrusu. Hele bir de bu iktidar sırf askeri bir darbe ile indirilmesi nedeni ile -yanlış bir şekilde- demokrat kabul ediliyorsa…
Niyetimiz askeri müdahalenin haklılığını ya da haksızlığını kanıtlamak değil, 27 Mayıs’a giden sürecin nedenlerini yalın bir şekilde ortaya koymaktır. On yıllardır ‘konuşulan olay’ın –ister geçerli görün ister geçersiz- ‘konuşulmayan nedenleri’ni irdelemektir.
Demokrat Parti nasıl kuruldu, öncelikle buna bakmak da fayda var.
1945 yılında Meclis’te kabul edilen ‘Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’ büyük toprak sahibi olan milletvekillerini rahatsız etmişti.Bu milletvekillerinden biri de Men deres’ti.Meclis’te yaptığı ateşli konuşmalar ile kanunu eleştiren Menderes’in hoşnut suzluğu daha sonra ‘Dörtlü Takrir’deki imzası ile resmi bir hal kazanmıştı.
Toprak reformuna karşı çıkan ‘Toprak ağası’ Menderes ile birlikte Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Celal Bayar, bir dizi isteklerini sıralayan takrir (önerge) verdiler. Önerge sonrası muhalif politikalara devam eden bu dört milletvekilinden önce Men deres ve Köprülü,sonra Koraltan partiden ihraç edildi.Celal Bayar ise istifa edecekti.
Kısa bir süre sonra ise bu dörtlü başı çekecek ve 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti kuru lacaktı.
Menderes,Aydın’da çiftlik sahibi bir ailenin çocuğu olarak 1899’da doğmuş, İzmir Koleji’nde okumuş,Ankara Hukuk Mektebi’ni bitirmiş,4 dönem (15 yıl) CHP milletvekilliği yapmıştı.‘Zulüm dönemi’ diyerek yerden yere vurduğu 27 yıllık tek parti iktidarının yarısından fazlasında CHP içerisinde kendisi de yer almıştı. Celal Bayar ise 23 yıl siyaset yaptığı CHP’de 15 yıl bakanlık yapmış ve Atatürk’ün son Baş ba kanı olmuştu.

1945 sonbaharına kadar CHP’nin hiçbir politikası Demokrat Parti’nin kurucuları, özellikle de Menderes için eleştiri konusu olmamıştı.Ne ilginçtir ki,Menderes, İş Bankası Müdür Yardımcılığı yapmış ve 1950-1960 yılları arasında İş Bankası’ndaki kişisel hesabını yönetmiş olan Zekeriya Akçalı’ya,‘CHP’nin kendisine çok istediği ve yararlı olacağından emin olduğu Tarım Bakanlığını bir türlü vermediğini;şayet verseydi, ne DP’nin kurulacağını ne de kendisinin ayrı bir siyasi partiye katılacağını’ anlatacaktı.
Ancak DP iktidarında, kendilerinin de yer aldığı CHP dönemini, sanki kendileri o dönemde CHP’de değillermiş, evden gelip Demokrat Parti’yi kurmuşlar gibi yerden yere vurmakta hiçbir sakınca görmeyeceklerdi.
Cumhuriyet’i ve CHP’yi kuranları eleştirebilme adına Adnan Menderes bazen imkan sızı savunacak,“İstiklal Savaşı diyorsunuz,pekala üç ayda bitebilirdi” bile diyebilecek ti.

Daha önce, 1924 ve 1930’da iki kez çok partili hayata geçiş denemesi yaşanmış ancak Cumhuriyet karşıtlarının bu partilerde yuvalanmaları ve rejim için tehdit oluşturma ları nedeni ile başarısız olunmuştu.Atatürk’ün vefatı sonrası bu ilk denemede bu sefer sahnede Demokrat Parti vardı. Büyük ölçüde Menderes’in kaleme aldığı DP tüzüğün de bir sözcükle de olsun Atatürk’ün ve devrimlerinin adının geçmemesi bu açıdan bir hayal kırıklığıydı.
 ‘Şaibeli seçim’ olarak anılan 1946 seçimleri Demokrat Parti’nin ilk sınavıydı.Çok partili hayatla birlikte ilk kez birden fazla partinin katılımı ile gerçekleşen bu seçimde 465 milletvekili seçilmişti.Ancak hiçbir şaibe olmasa ve bütün adayları seçilse dahi Demokrat Parti’nin iktidar olma şansı yoktu. Baskın seçim nedeni ile DP hazırlıksız yakalanmış ve iktidarı elde edebilecek  sayıda aday çıkaramamıştı. Ama matematiksel olarak imkansız olan bu olasılığı Adnan Menderes ‘mağduriyet’ siyaseti olarak her fır satta kullanacaktı.
14 Mayıs 1950 yılında yapılan seçimlerde ise Demokrat Parti rüzgarı esecek ve Cum huriyet tarihinde ilk kez iktidar el değiştirecekti.Artık Türkiye’nin yeni bir hükümeti, yeni bir heyecanı vardı.
Seçim zaferinden 15 gün sonra,29 Mayıs 1950’de,DP hükümetinin programını Meclis’te okurken Adnan Menderes’in dudaklarından şu sözler dökülecekti: “Millete mal olmuş devrimlerimiz saklı kalacaktır.” Mal olmayanlar ise ortadan kaldırılacaktı. Böylelikle merakla beklenen yeni hükümet Atatürk Devrimleri’nde gedik açacağını daha ilk günden haberdar ediyordu. Zaten hükümet programında Atatürk’ün adı da bir kez bile geçmiyordu.
Hükümet programının okunmasından sadece 7 gün sonra, Zafer gazetesine Arapça ezan ile ilgili verdiği demeçte Menderes,‘Vaktiyle zaruri görülen bu tedbire artık ihtiyaç kalmadıktan sonra bunda ısrar bu sefer vicdan hürriyetine karşı bir taassup teşkil eder’ sözleri ile ortadan kaldıracağı ilk devrimin işaretini de verecekti.Bu demeçten 11 gün sonra Arapça ezan yasağı kaldırılacak, böylece 18 yıldır okunan Türk çe ezan, DP iktidarında, 18 günde yerini Arapça ezana bırakacaktı.
3 Aralık 1950’de Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırı lacak ve böylece Kur’an kurslarına yeşil ışık yakılacaktı.
Menderes’in, 1951 yılında DP İzmir İl Kongresi’nde söylediği:“Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık.İnkılap softalarının yaygaralarına ehem miyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık.Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslü man kalacaktır.Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.”sözleri işin burada kalmayacağının habercisi olacaktı.
Devrimlerin yara alması, irticanın ise palazlanması bundan sonra hız kazanacaktı.
Radyoda Kur’an ve mevlit okutulmaya başlanmış,1951’de 1925 tarihli Tekke ve Zavi yelerin Kapatılmasına Dair Kanun’un 1.maddesi değiştirilerek 19 türbenin açılma sına izin verilmişti.1930’larda öğrenci yetersizliği nedeni ile kapatılan, 1949’da kurs şeklin de açılan imam-hatipler 1951’de okula dönüştürüldü.
DP Konya Kadınhanı ilçe kongresinde dile getirilen;fes ve sarık giyimine izin veril mesi,tekke ve zaviyelerin açılması, birden fazla evlenmeye izin verilmesi gibi laiklik ve Cumhuriyet karşıtı istekler daha iktidarın ilk yılında diğer il ve ilçe kongrelerinde de seslendirilmeye başlandı.
Nisan 1951’de, Menderes’in de konuşma yaptığı Aydın İl Kongresi’nde, bazı delegeler, ‘Anayasaya devlet dininin İslam olduğu ifadesinin yeniden koyulmasını,kadınların çalıştırılmamasını,kızların ilköğretimden sonra okutulmamasını’ isteyeceklerdi. Afyon milletvekili Kemal Öz çoban delegelerin isteklerinin birer birer yerine getirile ceğine dair namus sözü verecekti.
DP Samsun Milletvekili Hasan Fehmi Ustaoğlu, 3 Ekim 1952 tarihli Büyük Cihad adlı gazetede,‘Kurtuluş Savaşı’nın ulemanın önderliğinde ve İslam için yapıldığını’ yaza cak,yazısında devrimlerin zararlı olduğunu savunacaktı.
Yine bir Devlet Bakanı’nın katıldığı Çorum İl Kongresi’nde bazı delegeler kadın resim lerinin yasaklanmasını, kadın memurların işten çıkarılmasını önerecek, bu öneriler kongrece kabul edilecekti.
Menderes ise bu isteklerin büyütülmesinin, ‘memlekette irtica var’ diye heyecan uyandırılarak vicdan hürriyetine karşı baskı oluşturmak amacı taşıdığını söyleyecekti. Atatürk büst ve heykellerine saldırılar yine bu dönemde başlayacaktı.
22 Kasım 1952’de, gazeteci Ahmet Emin Yalman,Hüseyin Üzmez tarafından Malat ya’da silahla vurulacak ve yaralı olarak kurtulacaktı.
Öncesinde, çocuğunun din dersi almasını isteyen veli okula bir dilekçe yazarken, 1952’de bu DP tarafından değiştirilecekti.Artık çocuğunun din dersi almasını isteme yen veliye, çocuğunun bu dersten muaf olabilmesi için dilekçe yazma zorunluluğu getirildi.‘Dinsiz’ damgası yememek adına bir velinin böylesi bir dilekçe yazması güç olduğundan din dersi bir anlamda ‘zorunlu’ hale getirilmiş oluyordu.
1945 yılında dili sadeleştirilmiş olan Anayasa,1952 yılında,DP iktidarında, Fuat Köprü lü ve arkadaşlarının verdikleri kanun teklifinin yasalaşması ile yeniden 1924’teki haline sokulacaktı. Örnek vermek gerekirse; Genelkurmay’ın önüne yeniden ‘Erkanı Harbiyei Umumiye Riyaseti’, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın önüne ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti’ yazılacak, milletvekilinin adı ‘mebus’, bakanın adı da yeniden ‘vekil’ olacaktı.
1954’te DP Maraş Milletvekili Abdullah Aytemiz, Medeni Kanun yerine Mecelle’yi isteyecek, Ekim 1958’de Diyanet İşleri Bakanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, Kura’an-ı Kerim Türkçe yazılamaz’ diyecek, Aralık 1958’de DP Trabzon Milletvekili Osman Nuri Nerminoğlu,erkeklere bazı durumlarda ikinci evlilik hakkı tanıyan bir kanun teklifin de bulunacaktı.Nisan 1959’da Karabük,Akşehir, Tire ve Ödemiş’te hocalar, Atatürk, İnönü ve CHP aleyhine vaaz verecek,Kasım 1959’da DP Manisa delegesi hilafet iste yecekti.
Gericilik 10 yıllık DP iktidarının değişmez parçası olacaktı.
Dış politikada, DP hükümetinin tercihi batı güdümlü bir siyasetti.
Demokrat Parti’nin ana hatlarıyla nasıl bir politika izleyeceğini 27 Temmuz 1948 tarihinde İzmir’de yaptığı konuşmada Menderes:“Milli veya bağımsız diye adlandırı lan dış siyaset gerçekte Birleşmiş Milletler’deki demokrasi anlayışından uzaklaşmak demektir” sözleri ile belirtmişti.
25 Temmuz 1950’de, Kore’ye 4.500 kişilik bir tugay gönderme kararı alındı.Ertesi gün CHP’nin bu kararın Anayasa’nın ihlali olduğunu belirten açıklaması yayınlandı. Anayasa’ya göre bu tür bir karar hükümetin değil,Meclis’in onayı ile verilebilirdi. Ancak bütün itirazlara karşın hükümet kararından dönmeyecek ve Meclis onayı almayı da gerekli görmeyecekti.
NATO’ya girebilme adına, Kore Savaşı’nda ABD’ye askeri destek veren hükümet, yine aynı ülkeye Türkiye’de istediği üsleri kurma izni vermekte de tereddüt etmeyecekti.
Yine DP hükümeti benzer şekilde meclis onayı almayı gerekli görmeden,ABD ile, karşı tarafa birçok siyasal, ekonomik ve askeri ayrıcalık tanıyan 54 ikili antlaşma imzalayacaktı.
7 Mart 1954’te çıkarılan Petrol Yasası ile yabancı şirketlere Türkiye’de petrol çıkarma ve elde edilen karın yarısına sahip olma hakkı tanınıyordu.Böylece petrolü millileş tirmişken bundan vazgeçen ilk ülke Türkiye oluyordu.
Adnan Menderes Ortadoğu’ya komünizmin sızma olasılığından son derece irkilmek teydi. Mısır ile birlikte anti-emperyalist çizgide Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kuran Suriye’ye karşı saldırgan tutum sergiliyordu.ABD ve İngiltere bu tutumdan rahatsızlık duymuş ve Sovyet saldırısını tahrik ederek iki süper gücün bölgede çatışmasına yol açabileceğinden çekinmişti.
Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamalarda, bağımsızlık mücadelesi veren Cezayir’in değil de emperyalist Fransa’nın yanında yer alan,Arap ülkelerinin iç işlerine karışarak yaşanan buhranlarda batı yanlılarını destekleyen Türkiye, batı aleyhtarlığının bölgede artması sonucu bölge ülkeleri tarafından da dışlanacaktı.
İç politikada ise ara ara gerçekleşen ve çok kısa süren bahar havalarının oluşmasına karşın genelde tartışmalı, bol kavgalı, olaylı günler yaşanacaktı.
Başta Menderes olmak üzere, Demokrat Partililerin hedefindeki bir numaralı isim de İsmet İnönü’ydü.
Cumhuriyet’in ilk 15 yılı da dahil olmak üzere CHP politikaları yerden yere vurulur ken, iktidar tarafından sorumlu olarak İsmet İnönü gösterilecek ancak tıpkı bugün olduğu gibi yandaş basın ve çevreler İnönü ile birlikte Atatürk’e de saldıracaktı.
Belki de gerçekleşen ilk somut olay DP Bolu Milletvekili ve Tarih öğretmeni Zuhuri Danışman’ın yazdığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca yardımcı ders kitabı olarak kabul edilen tarih kitabında İsmet İnönü’ye hiç yer vermemesiydi.Eski Başbakan ve Cum hurbaşkanı olan,Kurtuluş Savaşı komutanlarından İnönü’nün adı kitapta yoktu.İnö nü Savaşları bile kitapta yer almamıştı.Sanki İsmet İnönü diye biri yaşamamıştı.
DP’li İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal,İsmet İnönü’nün yurtdışına sürgüne gön derilmesini isteyecek,yine DP’li bir ilçe başkanı ise daha da ileri giderek İnönü’ nün idam edilmesi gerektiğini söyleyecekti.
8 Ağustos 1951 tarihinde DP Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrı över Meclis’te yap tığı konuşmada vites yükseltecek, ‘Atatürk diktatördür’ diyecekti.
İktidarın el değiştirmesinden çok kısa bir süre sonra DP Tokat milletvekili Ahmet Gürkan ise, 5 yıl önce İstanbul’da gerçekleşen ölümlü bir trafik kazası ile ilgili İçişleri Bakanlığı’na soru önergesi verecekti. Faili bulunmuş, fail kusurunu itiraf etmiş ve dava kapanmışken, yalancı şahit ve sahte mektuplarla önce Meclis’e ve sonrasında da yeniden yargıya taşınan bu olayda İsmet İnönü’nün oğlu Ömer İnönü cinayetle suçlanacaktı. 14 ay boyunca basında her türlü suçlama ve iftiraya maruz kalan Ömer İnönü dava sonunda suçsuz bulunarak beraat edecekti.İnönü’ye yapılan saldırıların belki de en çirkini, oğlu üzerinden gerçekleşen bu karalama kampanyası olmuştu.
5 Ekim 1952’de İzmir’de yapılan CHP mitinginde,İnönü,partileri kapatma konusunda yapılan hazırlık ile ilgili hükümeti eleştirmişti. Menderes’in buna yanıtı sert oldu: “İsmet İnönü’nün bu nutku bir ihtilal beyannamesine benzemektedir. Dünkü diktatör böyle konuşmaya başlarsa buna nifak çıkarmak ve tehlike yaratmak isteğinden başka bir mana verilemez.”Benzetme çok ağırdı.
Menderes,daha sonraları İnönü’ye,‘tiyatrocu’, ‘yalancı’, ‘vatandaş düşmanı’ gibi sıfatlar kullanmaktan çekinmeyecek,yine İnönü için ‘baykuş’ ve hatta ‘profesyonel bir cani’ yakıştırmalarında bulunacaktı. ‘Çişini tutamayan İsmet Paşa’yı bu millet hiçbir zaman iktidara getirmez’ diyecekti.
İzmir mitingi sonrası gerçekleşecek olan Balıkesir mitingi ise, valiliğin aynı meydanı DP’ye tahsis etmesi, CHP’nin mitingini de iptal etmesi üzerine gerçekleşememişti. Ancak miting alanında her iki partinin yandaşları karşı karşıya gelecek, birbirlerine girecek ve yaralananlar olacaktı. Ne acı ki, Devlet Bakanı Yunus Muammer Alakant gerek basına verdiği demeçte gerek de meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada, olay lara karışan ‘Demokrat kardeşleri’ ni kutlayacak,“Bu mukaddes milli galeyan Halk Partisi’nin İnönü hizbine,‘milli irade’ye hürmet etmek lüzum ve zaruretini öğretmiş tir” diyecekti.
Ne var ki ihtilalcilikle suçladıkları İnönü haklı çıkacak, hükümet, dini ön plana çıka ran politikalarda kendisine rakip olarak gördüğü Millet Partisi’nin kapatılmasını sağ layacaktı.CHP’nin karşı durması yeterli olmayacak, o zamanki yasalar gereği tek hakimli Sulh Ceza Mahkemesi Millet Partisi’ni feshedecekti.
Artık çanlar CHP için çalıyordu.
DP iktidarı,halk iktidarı olarak adlandırılmasına karşın,halkın eğitiminde ve gelişi minde önem sahibi olan kurumları yok etmekte tereddüt etmedi.
4 Mayıs 1951’de Menderes,Meclis'te yaptığı konuşmada "Halkevleri,Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür.Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gerek siz,boş,geri ve yabancı unsurlardır" diyecekti.Oysa Halkevleri,Atatürk'ün ölümüne dek geçen ilk sekiz yıl içinde dahi 23.750 konferans, 12.350 temsil,9.050 konser,7.850 film gösterisi ve 970 sergi gerçekleştirmişti.Aynı dönem içinde 2.557.853 yurttaş Halkevleri kütüphanelerinden yararlanmış, 48 bin yurttaş çeşitli kurslara katılmış, 50 dergi yayımlanmıştı.
Atatürk tarafından kurulan; müzik, şiir, resim, tiyatro dahil çeşitli kültür ve sanat çalışmalarından spora kadar birçok etkinliğe ev sahipliği yapan Halkevleri DP iktidarı tarafından 1951’de kapatıldı.Kapatan iktidarın başındaki isim olan Menderes,ne ilginçtir ki, eski Aydın Halkevi Başkanı’ ydı.
CHP’ye ilk darbe olarak düşündükleri ‘Halkevlerinin kapatılması’ sonrası hedef büyü tüldü.1953 yılı biterken, el konmak istenen artık CHP’nin tüm mallarıydı. Meclis’te tamamı DP’li milletvekillerinden oluşan bir geçici komisyon kuruldu. Komisyon, CHP’nin parti örgüt binalarına,eşya ve araçlarına,Ulus gazetesi ve matbaasına, kısa cası parti ile ilgili tüm varlığa el konulması ve bunların hazineye devredilmesi ile ilgili kanun teklifini kabul ederek Genel Kurul’a gönderdi. (39) Teklif Meclis’te de kabul edildi.CHP, malı, mülkü ve hatta beş kuruş parası olmayan bir partiydi artık. Ve genel seçimlere sadece 4.5 ay kalmıştı.
DP hükümetinin ise hız kesmeye niyeti yoktu.
Yeni yılın ilk ayında, 27 Ocak 1954’te, 6234 sayılı yasayla aydınlanmanın kaleleri, Köy Enstitüleri kapatıldı. Köy Enstitülerini kapatma sürecini ilk başlatan aslında CHP olmuştu. DP tarafından daha hızlı bir biçimde içleri boşaltıldı ve nihayet kapılarına kilit vuruldu. Kapatıldıklarında, o güne kadar yetiştirmiş oldukları insan sayısı, 16 bin 400 öğretmen, 7 bin 300 sağlık memuru, 8 bin 756 eğitmendi.
Bütün bunların elbette bir bedeli olacaktı. Demokrat Parti’nin aydınlanmaya ve eğitime yönelik bu tür olumsuz tutumları sonrası Cumhuriyet döneminde okuma yazma oranının düştüğü tek dönem yaşanacaktı. 1960 yılının 23 Ekim günü yapılacak olan nüfus sayımı ile Cumhuriyet dönemimizde okur-yazar oranının 1955-60 döne minde gerilediği, 1955’te % 41 iken 1960’da % 39,5 e düştüğü görülecekti.
Menderes, basının eleştirilerine hiçbir zaman hoşgörü ile yaklaşamamıştı: “Her gün kalemi alıyorlar ellerine, bir Derviş Vahdeti edebiyatıyla bu memleketi baştan başa zehirliyorlar”sözleri onun özgür basına bakış açısını gösterir nitelikteydi.
İktidar, devlet kontrolü altındaki kağıt ve resmi ilan tahsisi ile kredi açma olanak larını kullanarak kendisini destekleyen gazeteleri teşvik ederken,muhalif olanları baskı altına alıyor ve yayın politikalarını değiştirmeye çalışıyordu.Tirajları çok düşük ama devletin ilan ve kağıt olanaklarından sorunsuzca yararlanabilen iktidar destek çisi ‘besleme basın’ yaratılmıştı.
Yine de hükümet için bu tedbirler yeterli değildi.
1954 seçimleri öncesi basını baskı altında tutacak olan kanun değişiklikleri yapıldı. Bu değişikliklerde en çok tartışmalara neden olacak olan ‘ispat hakkının ortadan kaldırılmasıydı.’ Örneğin gazetenizde, bir Bakan hakkında yolsuzluk haberi yaptınız. O Bakanın itibarını zedelediğinizi öne sürerek savcı hakkınızda dava açabilirdi. Ancak haberiniz yüzde yüz doğru ve Bakanı ömür boyu hapse mahkum edecek dahi olsa elinizdeki belgeleri mahkemede ortaya koyarak haberinizin gerçekliğini ispat etme hakkınız yoktu. Üstelik bir de üstüne siz suç işlemiş sayılıp hapis ve para cezası alıyordunuz. Konu edilen Bakan da meclis çoğunluğu kararıyla bir soruşturma açılıp Yüce Divan’a sevk edilmediği takdirde kurtuluyordu.
Bu kanun DP içerisinde çalkantılara neden oldu ve yasaya karşı çıkan 19 DP millet vekili partisinden istifa etti.Bu vekiller daha sonra Hürriyet Partisi’ni kuracaklardı.
1954 seçimleri öncesi Halkevleri, Köy Enstitüleri, Millet Partisi kapatılmış, CHP’nin bütün mal varlığına el konulmuştu. Basın iyice baskı altına alınmıştı.
İktidarın 1954 genel seçim kampanyasına, tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katılımı da eklenince Türkiye eşit koşulların olmadığı seçimlere bir hayli sıkıntılı bir şekilde gidiyordu.
1954 seçimlerinden büyük zaferle çıkan Demokrat Parti, halkın onayı ve desteğini aldığı düşüncesi ile biraz daha dozu artırıyor; yüksek yargıçlar ve üniversite hoca larını,yaş sınırı getirip bu bahane ile emekliye sevk edebilmek için yasa değişikliği yapıyordu. DP Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu, mahkemelerin ‘Meclis’e bağlı bir teşekkül’ olması gerektiğini söylüyordu.
Yargıtay Başkanı dahil,tüm yüksek yargıçları görevden alma yetkisi doğrudan doğru ya Adalet Bakanı’na verilmişti.Aynı şekilde üniversite öğretim üyelerini görev den alma yetkisi ise artık Milli Eğitim Bakanı’ndaydı.
İktidar için kuvvetler ayrılığının bir önemi de anlamı da yoktu artık. Yargı bağım sızlığı, hukuk devleti, basın özgürlüğü…Bütün bunlar, iktidar ne kadar izin verir, nasıl uygun görürse o şekilde olabilirdi. Demokrat Parti için ‘demokrasi’ demek sadece ‘sandık’ demekti. Sandıkta da halk Demokrat Parti’yi seçmiş ve politikalarına onay vermişti. Kendilerine muhalefet eden her kim olursa, milleti karşısına alıyor demekti. Milli iradenin seçtiği iktidar eleştirilemezdi.
O yılların tanığı olan gazeteci Altan Öymen DP iktidarının demokrasi anlayışını şöyle tanımlıyordu: ‘Seçimi kazanırsam her istediğimi yaparım. Hukukun ilkeleriymiş, Anayasa’nın kurallarıymış, bunların anlamını ben belirlerim. Yanlış yapsam bile, gene seçilirsem gene yaparım. Çünkü seçmen bana bu hakkı vermiştir’
Kendisine bu hakkı vermeyen seçmen için ise artık ceza vaktiydi.
1954 seçimlerinde Cumhuriyetçi Millet Parti’li Osman Bölükbaşı’nı seçen Kırşehir il olmaktan çıkarılacaktı.Kırşehir cezalandırılırken,muhalefete destek veren ya da verecek olan tüm illere de gözdağı veriliyordu.
İnönü’nün memleketi olan ve CHP’nin birinci geldiği Malatya ise ikiye bölünüyor , Adıyaman il oluyordu.
Muhalefetin sesini radyodan duyurması da bundan sonra imkansız olacak, 1954’ten 1961’e kadar muhalefet radyodan uzak tutulacaktı.
Seçim sonrası antidemokratik uygulamalar tam gaz devam ederken yapılan yanlış iktisat politikaları nedeni ile ekonomik sıkıntılar baş göstermeye başlayacaktı.
Plansız yapılan yatırımlar ve uygulanan liberal ekonomi sonrası yokluk ve pahalılık baş göstermişti. Önce nal çivisini,fiyatı 4 katına çıkmış olmasına karşın, piyasada bulmak imkansızlaşmıştı.Sonra,kahve, otomobil ve kamyon lastiği,ilaç,şeker, röntgen filmi vs. nal çivisini izleyecekti.
İkinci Dünya Savaşı koşulları olmasına nedeni ile ülkede yokluk yaşanmasını ve bazı gıda maddelerinin karneye bağlanmış olmasını her fırsatta dile getirerek CHP yi yerden yere vurmuştu DP.Şimdi ortada bir savaş olmamasına karşın, kahve, şeker gibi gıda maddeleri aile ya da kişi başına belli miktarlarda veriliyordu.
5 Ekim 1954’te piyasada nal çivisi bulunamamaktaydı. 14 Mart 1955’te kişi başına 250 gram şeker dağıtımına başlandı. 18 Nisan 1956’da İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, ‘Her gün et yemeyin, yumurta da faydalıdır’ dedi. Eylül 1956’da kahve karneye bağlandı.Ocak 1957’de İstanbul’da et ve ekmek sıkıntısı baş gösterdi, akaryakıt dağı tımı karneye bağlandı.Kasım 1957’de Brezilya’dan 300 ton kahve getirildi, kişi başı 12 gram kahve dağıtıldı.Haziran 1958’de Tabipler Odası ilaç sıkıntısından yakındı. Tem muz 1958’de Ankara’da benzin, İstanbul’da şeker ve gazyağı sıkıntısı başladı.Aralık 1958’de gazinolarda zamlarla ilgili espri yapmak yasaklandı.
Avrupa’nın başlıca buğday ihracatçısı olarak görülen Türkiye,1954’te buğday ithal etmeye başladı.
Menderes döneminde demiryolu politikasından vazgeçilip, karayolu yapımına ağırlık verilirken, uçak fabrikaları da bir bir kapatıldı.
Bütün bunlar yaşanırken, hükümet ana muhalefet partisi ile uğraşmaktan ve baskı altına almaya çalışmaktan da asla geri durmayacaktı.
20 Temmuz 1955’te polis CHP Isparta İl Kongresini dağıttı.Genel Sekreter Kasım Gülek kürsüden indirildi.
1955 Ağustos’unda, yine Kasım Gülek, Zonguldak’ta yaptığı bir konuşma nedeni ile Sinop’ta tutuklandı,elleri bağlı bir şekilde İstanbul’a getirildi ve Bayrampaşa’da cezaevine kondu,bir gün hapiste kaldı.Ertesi yıl benzer bir geziye kalkışması ve Rize' de dükkân sahiplerinin elini sıkması,gösteri yürüyüşü sayılacak,6 ay hapse mahkûm olacaktı.
Gazetecilerden sonra muhalefet politikacıları hakkında soruşturmalar ve tutuklama lar da böylece gerçekleşmeye başlamıştı.
Bir önceki sene geçirilen kanun sayesinde Yargıtay Başkanı, Yargıtay İkinci Başkanı ve Yargıtay Savcısı’nı da içeren bir çok yüksek yargı mensubu tasfiye edildi. Suçları, çıkarılan bazı yasalar ile ilgili öneri ve eleştirilerini Adalet Bakanı’na iletmek isteme leriydi. Böylece geride kalan yüksek yargıçlar için de gözdağı verilmiş oluyordu.
Benzer uygulama üniversite hocaları için de geçerliydi. Fakültenin açılış gününde öğrencilerine, ‘Nabza göre şerbet vermeyin’ öğüdünde bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Turhan Feyzioğlu vekalet emrine alınacaktı. ( Yani yeni bir emre kadar işine son verilmişti. ) Aynı durum, derste öğrencilerine, ‘Devletin olağa nüstü durumlarda bile hukukun dışına çıkamayacağını’ anlatan Anayasa Hukuku hocası Prof.Dr.Hüseyin Naili Kubalı için de gerçekleşecekti.1958 yılında, pasaport verilmediği için,Kubalı uluslararası hukuk kongresine de katılamayacaktı.
1955 sonbaharında çok üzücü toplumsal olaylar da yaşandı.
Bugün de utanç içerisinde hatırlanan, 6-7 Eylül 1955’te azınlıkların can ve mallarına yapılan saldırılar toplumda kapanması mümkün olmayan derin yaralar açacaktı.
Kışkırtma sonucu yaşanan bu vahim olaylar sonrası hükümet yetkililerden bilgi istemişti.Emniyet müfettişinin olayları ‘milli galeyan’ olarak nitelemesine Fuat Köprülü karşı çıkacak, Adnan Menderes ve kendisinin, bu olayların sorumlularının komünistler olduğunu düşündüklerini söyleyecekti. Bunun üzerine İstanbul Emniyet Müdürü, İstanbul Başsavcısı ve Milli Emniyet Şefi operasyon başlatacak ancak komünistlerin suçlu olduğuna dair hiçbir kanıt elde edemeyeceklerdi. Yine de değişen bir şey olmayacak, Aziz Nesin’den Kemal Tahir’e, 40 kadar ‘komünistlik şüphelisi’, 6-7 Eylül Olayları’nın da şüphelisi olarak Harbiye Askeri Cezaevi’nde yatmaktan kurtulamayacaklardı.DP Burdur Milletvekili Mehmet Özbey bu komünistlerin yıktık ları (!) mağazaların önünde asılmalarını isteyecekti.Ancak gelin görün ki Yassı ada yargılamalarında bu olaylar ile ilgili yargılananlar DP’liler olacaktı.
Ülkede yükselen tansiyon ve yaşanan tatsız olaylar Meclis’teki DP Grubu’nu da etkileyecek, Adnan Menderes yeni bakanlardan oluşan bir kabine kurmak zorunda kalacaktı.
29 Kasım 1955 günü DP grup toplantısında zor durumda kalan Adnan Menderes, partisinin milletvekillerine hitaben, ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ diyecekti.
1956 yılına gelindiğinde,iki sene önce kabul edilen ‘Neşir yoluyla veya radyo ile işle necek bazı cürümler hakkındaki kanun’ hükümet için artık yetersiz gelmekteydi. Önce, ‘Bir kısım basın’ın ne kadar yalancı ve yıkıcı olduğu besleme basın tarafından işlendi ve yeni tedbirlerin gerektiği yazılıp çizildi. Sonrasında ise hükümet sazı eline aldı ve basını ilgilendiren yasalar, 1956 Haziran’ında, iki yıl öncesine göre daha da ağırlaştırıldı.
Nitekim bu yasalar sonucu basın üzerindeki baskıda son nokta denebilecek bir olay yaşanacak,15 yaşında bir gazete satıcısı çocuk,istifa eden bir bakana ait haberin başlı ğını bağırarak gazete satması nedeni ile yargılanacaktı.
Bu dönemin bir başka can alıcı yasa değişikliği ise ‘Milli Koruma Kanunu’nda yapıldı. İkinci Dünya Savaşı döneminden kalan bu kanunun bazı maddeleri yürürlükteydi. Savaş sırasında ekonomi ile ilgili kontrol mekanizmaları o kanuna göre oluşturul muştu. Ekmeğin karneye bağlanması, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının kontrol altına alınması gibi tedbirler bu kanuna göre yapılmıştı. Şimdi ise savaş olmamasına karşın birçok maddenin yokluğu baş göstermiş ve karaborsa fiyatları alıp başını gitmişti. Bunun sorumlularını basın ve muhalefet ile birlikte işadamları olarak gören hükümet, atıl durumdaki Milli Koruma Kanunu’nu 10 yıl önceki halinden daha ağır önlemler ve cezalar içerecek şekilde yeniden yürürlüğe koydu. Öyle ki ‘ekonomi suçları’ işleyenler için, savaş yıllarındaki Milli Koruma Kanunu’na göre, yeni yasa 10 kata kadar daha fazla cezalar içeriyordu.
Tedbirler öylesine sertti ki,Ankara’da 21 kuruşluk düğmeyi 25 kuruşa sattığı gerek çesiyle bir esnaf 1 yıl hapis, 3 yıl ticaretten uzaklaştırma ve 1.000 lira para cezası alacaktı.
 (İkinci Dünya Savaşı zamanı başta ABD ve İngiltere olmak üzere birçok ülkede tüketim maddeleri karneye bağlanmışken Türkiye’de de bunun yaşanması çok ayıpla namazdı.Ama Menderes’in mirasçısı olduklarını söyleyen politikacılar İnönü’yü bu konuda yerden yere vururken, savaşın bitiminden 11 yıl geçmiş olmasına karşın DP iktidarında uygulanan Milli Koruma Kanunu’ndan bugüne dek hiç bahsetmediler.)
Üç düşmandan, basın ve iş dünyası gerekli ayarlamalar ile hizaya getirilmişti. Şimdi sıra yine yeni yeniden muhalefetteydi.1956 Haziran ayı bitmeden muhalefetin de icabına bakılacaktı.
Çünkü Başbakan Adnan Menderes’e göre muhalefet, ‘Siyasi sapıklık, sahte ihtilalcilik, inkarcılık, adi ve alçak iftiracılık, sahte hürriyetçilik ve tedhişçilik’ yapmaktaydı.
Toplantı ve gösteri yürüyüşlerini düzenleyen kanun ile artık siyasi partiler bu tür etkinliklerini seçimler öncesindeki propaganda günleri dışında yapamayacaktı. Sivil Toplum Kuruluşları için ise durum daha kötüydü. Yapacakları her türlü toplantıyı kapalı yerlerde yapmak zorundaydılar.Üstelik kanuna aykırı sayılan bir toplantıda, güvenlik kuvvetlerine önce ihtar etme, sonra havaya üç el ateş ettikten sonra hedef gözetmeksizin silahlarını ateşleyebilme yetkileri verilmişti.
İnönü: "Aramızdaki farkı bilelim. Biz mutlakiyetten bugüne geldik,siz bugünden mut lakiyete gidiyorsunuz." diyecekti.
Yeni yasa ile muhalefetin seçim dönemi dışında yapacağı toplantılar, vatandaşlar ara sına nifak sokma gayreti olarak görülüp yasaklanmıştı. Ancak bu yasak iktidar için geçerli değildi. Onların yaptıkları,hükümet adına vatandaşa bilgi vermek olarak kabul edilecek ve yasağa takılmayacaktı.
Yasa muhalefet üzerindeki etkisini hemen gösterdi.
1956 Ağustosunda Cumhuriyetçi Millet Partisi Giresun İl Kongresi savcının kararı üzerine sıcakta kapı ve pencereler kapatıldı, alkış yasaklandı. Osman Bölükbaşı’yı alkışlayan delegeler karakola götürüldü. 
Cumhuriyetçi Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı dokunulmazlığı kaldırı larak tutuklandı.( 1957 seçimlerinde yeniden milletvekili seçilmesi üzerine tahliye olabilecek ve yeniden meclise dönecekti. )
Menderes ise ‘hükümet adına vatandaşa bilgi vermeye’ devam ediyordu. 20 Ekim 1957’de Adana’da yaptığı konuşmada,‘İstanbul’u ikinci bir Mekke,Eyüp Sultan Cami ini de ikinci bir Kabe yapacağız’ diyecekti.
Toplumsal desteği azalan, ancak azaldıkça da hırçınlaşan DP iktidarında Türkiye 1957 seçimlerine bir önceki seçime nazaran daha gergin gidiyordu.
1957 seçimlerinde Demokrat Parti’nin çok ilginç üç adayı vardı.Kara Kuvvetleri, Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri komutanları ordudan istifa ederek DP’den millet vekili adayı olmuşlardı.Bu bile CHP’nin kaderini değiştiremeyecek, o günlerden bugünlere, yıllardan beridir ihtilalcilikle, ordu ile içli dışlı olmakla suçlanan hep CHP olacaktı.
Seçim günü Cumhuriyet tarihinde eşi benzeri olmayan bir olay yaşandı.
1957 genel seçimlerinde seçim günü oy verme sürerken saat 14: 30’da radyodan DP’nin önde olduğu sandık sonuçları verilmeye başlanacak, bütün itirazlara karşın yayın sandıklar kapanana kadar da sürecekti.DP’li kimi belediyelerce belediye hopar lörlerinden bu yayın halka dinletilecekti.Böylece seçmen üzerinde baskı oluşturulmuş ve yine DP iktidara geliyor algısı ile seçmen tercihi değiştirilmeye çalışılmıştı. Kimi DP’li yöneticiler tarafından seçmenlere, ‘Öğleden sonra radyoda ilan edilecek seçim sonuçlarını bekleyin, ondan sonra karar verin’ denmişti.
Yaşananlar bununla sınırlı kalmadı.
Seçmen kütükleri hazırlanırken, CHP’li seçmenler ‘kütük’ten yok ediliverdi! Yerlerine DP’li seçmenlerin adı, hem de birkaç kütükte, yer aldı.Yani bir DP’li birkaç sandıkta oy kullandı. DP kurduğu seyyar ekiplerle bu seçmenlerini sandık sandık taşıdı.CHP’li kimi seçmenler kütükte isimlerini göremeyince oy kullanamadan evlerine döndüler. Oy kullanımında olduğu gibi sayımında da usulsüzlükler ve olaylar eksik olmadı.
Gaziantep’te 27 Ekim gecesi seçimi CHP’nin 700 oy farkla kazandığı ilan edildi. Hatta DP’nin gazetesi Zafer bile bu sonucu yazdı. Fakat, ertesi gün köylerden ‘sayılmamış, unutulmuş oylar’ getirildi ve bin kadar oyla seçimi bu kez DP’nin kazandığı açıklandı.
CHP’liler haklı olarak il seçim kuruluna itiraz etti. İtirazları kabul edildi.Oylar,tuta naklar,gerekli belgeler adliye binasına götürüldü; pazartesi inceleme başlayacaktı.O gece adliye binası yandı! Bütün oylar yok oldu! DP’nin galibiyeti resmiyet kazandı! Şehirde gergin bir hava oluştu.29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreninde Gaziantepliler belediyeye yürüyüp seçimleri protesto etti. Vali kitlenin üzerine itfaiye araçlarıyla su sıktırınca olaylar çıktı.Belediye tahrip edildi.Polisin halkı dağıtmak için ateş açma sıyla, DP binasından da kitleye mermiler yağdırıldı. Olaylarda bir komiser muavini ile bir çocuk yaşamını yitirdi;çok sayıda kişi yaralandı.Zırhlı askeri birliklerin şehre girmesiyle olaylar yatıştı.Ardından şehirde “
 ‘CHP’li cadı avı’ başladı. Gazeteci Mehmet Barlas’ın babası olan CHP’li Cemil Sait Barlas ve Ali İhsan Göğüs tutuklandılar. Yozgat Cezaevi’nde 5.5 ay hapis yattılar.
Mersin’de çıkan olaylarda ise CHP’li Mahmut Boytunç, DP’liler tarafından öldürüldü. Sadece Gaziantep ve Mersin’de olaylar çıkmadı.İstanbul,Ankara,Sivas,Giresun, Kütah ya,Kayseri,Çanakkale,Samsun gibi birçok şehirde oyların çalındığı iddiası halkı soka ğa döktü.
Olayları bastırmak için şehirlerin üzerinden uçaklar alçaktan uçuş yaptı.İsmet Paşa, “Savaşta bile askeri uçakların sivil halk üstüne dalış yapmadığını” söyledi.
1957 seçimleri,1946 seçimleri ile birlikte tarihimizin en şaibeli seçimleri oldu. Bugüne kadar hep 1946’dan bahsedilirken 1957 seçimleri ısrarla göz ardı edildi.
Seçim sonrası oyları azalmasına karşın Demokrat Parti yeniden tek başına iktidar oldu.Bu üst üste üçüncü seçim zaferleriydi. Ama kuşku yok ki en sancılısıydı.Bir son raki seçim bir kez daha başaramama olasılıkları belirmişti.
Ancak Menderes ve arkadaşları demokrasi dışı kararlar almaktan vazgeçmeyecekti. 27 Mayıs’a giden bu son düzlükte basın, yargı, muhalefet, iş dünyası, üniversiteler, ordu… Herkes hükümetin hedef tahtasına oturtulacaktı.
Yeni hükümetin kurulması ile birlikte bir kararname yayınlandı.Buna göre, gazetelere özel kişiler tarafından verilen ilanlara da düzenleme getirildi. Artık isteyen istediği gazeteye ilan veremeyecekti. İlanını hangi gazeteye verebileceğine, hükümetin tayin edeceği bir kurul karar verecekti. Resmi ilanlar zaten hükümete yakın gazetelere gidiyordu. Artık özel ilanlar da öyle olacaktı.
Basın nefes alamaz durumdaydı. 1958 yılına gelindiğinde, Adalet Bakanı, Türkiye’de son sekiz yılda basın mensuplarına açılan dava sayısını 2.324 olarak açıkladı. Bunlar dan 811’i mahkumiyet ile sonuçlanmıştı.
4 Ağustos 1958’de devalüasyon oldu,dolar 2.80’den 9 TL‘ye çıktı.Siyasi krize ekono mik kriz de eklendi.
Hayat pahalılığı konusunda Türkiye dünyada Brezilya’dan sonra ikinci durumdaydı ve işsizlik çok ciddi boyutlara varmıştı.Plansız, programsız keyfi kararlara göre yapı lan çalışmalar ciddi israflara yol açarken ağır bir dış borç yükü oluşmuştu.
Dış borç 1950 yılında toplam 2 milyar 450 milyon iken 1959’da tam iki katına çıkarak, 4 milyar 894 milyona yükselecekti.
Siyaset ise giderek sertleşmekteydi.
6 Eylül 1958’de Başbakan Adnan Menderes, ‘İdam sehpalarında can verenlerden ders alsalar ya’ diyerek muhalefeti tehdit edecekti.
Sonradan DP’li Bakan Ethem Menderes’in günlüklerinden öğrenileceği üzere Bayar da çalışma arkadaşlarına:“Tehlikeli vaziyetteyiz,icap ederse diktatörlükle idare ede ceğiz”(08.11.1957) “İcap ederse İsmet Paşayı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem.”diyecekti. (14.11.1957)
Cumhurbaşkanı da, Başbakan da demokrasiyi askıya almaktan ve muhalifleri ölüm cezası ile cezalandırmaktan söz etmeye başlamışlardı.Ülkeyi yönetenler kontrolle rini tamamen kaybetmişlerdi.
Muhalefet partilerine tahammülü kalmayan Başbakan Adnan Menderes,Ekim 1958’ te, başta CHP olmak üzere tüm muhalefeti ‘nifak cephesi’ ve de ‘kin ve husumet cephe si’ olarak nitelendirecek, onlara karşı‘Vatan Cephesi’nin kurulması gerekliliğini vurgulayacaktı. Böylece DP parti teşkilatlarına bizzat başvurarak ya da mektup telgraf yolu ile Vatan Cephesi’ne katılımlar başlayacak, katılanların isimleri her gün radyoda tek tek okunacaktı.
Ocak 1959’da, Devlet Bakanı Medeni Berk işadamı Vehbi Koç’u görüşmek üzere Ankara’ya çağıracaktı.Vehbi Koç uzun yıllardır CHP üyesiydi. Vatan Cephesi oluşumu ile birlikte baskıyı artıran iktidarın Bakanı Medeni Berk, DP’ye geçmesini istediği Vehbi Koç’a şunları söyleyecekti: “Bütün İktisadi Devlet Teşekkülleri’ndeki müdür ve idare meclisi azaları partiye girmeye davet edilecekler ve girmedikleri takdirde girme yenlerin not edilmesi kararlaştırıldı. Şimdi hamle yapıyoruz. Birçok tüccar da DP’ye girecektir.Eğer düşündüğümüz gibi birçok tüccar DP’ye kaydedilir ve siz de girmezse niz bankalardaki kredileriniz kesilebilir,kotalardan istifade edemeyebilir siniz, birçok işinizde müşkülat çıkarılır,haberiniz olsun diye söylüyorum”
10 Mart 1960’a kadar dayanacak olan Vehbi Koç, bu tarihte CHP’den istifa edecek an cak DP’ye üye olmayacaktı.
Hükümet eliyle Atatürk Devrimleri’ni hiçe sayan uygulamalarla her zaman olduğu gibi bu dönemde de gerici kitlelere cesaret verilmeye devam edildi.
19 Ekim 1958’de Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatı temsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes’in Emirdağ’ı bu ziyaretini özel bir destek işareti olarak değerlendiren Said-i Nursî, bu olaydan sonra ülke içinde gezilere başladı. ( Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için 1956’da talimat vermiş ve kağıt tahsisi yapmıştı)
2 Mart 1959’da Menderes’in müsteşarı Ahmet Salih Korur,Eyüp Sultan Cami’sinin avlusunda büyük bir iftar yemeği vermiş, Korur’un imzasıyla davetlilere gönderilen iftar çağrıları, 2 Mart 1959 değil, 2 Ramazan 1378 tarihini taşımıştı.
Yurt gezileri esnasında İnönü’ye ve CHP heyetlerine saldırılar hız kazanmıştı. Ekim ayında Tokat Zile’ye gelen İnönü’yü karşılayan halkı polis cop, asker ise dipçik kulla narak dağıtacaktı. Dağılmamakta direnen CHP taraftarlarının üzerine İtfaiye su sıka cak,45 kişi gözaltına alındıktan sonra altısı tutuklanacaktı.Bir hafta sonra benzer sah neler Çankırı’da yaşanacaktı.
Mayıs 1959’da Uşak gezisi sırasında İnönü ve beraberindekiler DP’liler tarafından taşlı saldırıya uğrayacaklar,İnönü başına taş isabet etmesi üzerine yaralanacaktı. Men deres’in örtülü ödenekten 147.000 lira verdiği Necip Fazıl,‘Büyük Doğu­’ dergisinde, ‘Küçük bir çakıl taşını bu kadar büyütmeye gerek yok.Onu leş haline getirecek gülle den ne haber’ di­ye yazacaktı.
Aynı ay yapılacak olan CHP İzmir İl Kongresi valilikçe yasaklanacaktı.
Birkaç gün sonra İstanbul’a geçen İnönü,Topkapı’da arabasının camlarının kırılma sına neden olan saldırılara maruz kalacak, orada tesadüfen bulunan bir askeri birlik sayesinde linç edilmekten kurtulacaktı. Bu olayların basında yazılması yasaklanacak, Başbakan Menderes yaşananlar nedeni ile CHP’yi suçlayacak ihtilal tahrikçiliği yapan nifak partisi olarak tanımlayacaktı.
DP’nin valileri, yargıçları, polisi vs.den sonra imamları da ortaya çıkacak, Haziran 1959’da Eskişehir’de bir temel atma töreninde, imam ‘Allat muhalefeti kahretsin’ diye beddua edecekti.
CHP’liler nereye gitseler fiili müdahale yaşamamaları imkansız hale gelmişti.
Yine 1959 yılı Eylül ayında CHP’li birkaç milletvekilinin Çanakkale ziyaretinde, Geyik li ilçesinde DP’li vatandaşların saldırılarına uğramaları üzerine olaylar çıkacaktı. Daha sonra çıkan bu olayları incelemek üzere CHP iki milletvekilini bölgeye gönderecek, Menderes de DP Çanakkale milletvekillerini bölgeye göndererek vapurla gelen CHP’lilerin vapurdan inişine izin vermemelerini sağlayacaktı. Ertesi gün vapur dan gizlice inen CHP milletvekillerinin olayların yaşandığı Geyikli ilçesine hare ket etmeleri de engellenecekti.Kamyonlarla yollar kapatılacak,taşlı sopalı saldırılar ger çekleşecekti.İçişleri Bakanlığı’na ‘seyahat özgürlüklerinin kısıtlandığına’ dair yazı yazan CHP’li vekiller, ne acıdır ki, Bakanlıktan gelen ‘Hadiseleri siz tahrik etmişsiniz’ suçlamasına maruz kalacaklardı.
1960’a gelindiğinde basının üzerindeki baskı tam anlamıyla zirve yapmıştı.ABD gaze tesi Indianopolis Star’da Türk hükümetini eleştiren makaleyi aynen çevirip yayın layan Vatan gazetesi 1 ay kapatılacak,başyazarı 15 ay,yazı işleri müdürleri ise 16 ay ağır hapis cezasına çarptırılacaktı.
Mart 1960’ta İstanbul’da İnönü’yü alkışlayan 31 kişinin ifadesi alınacaktı.
Bu arada Kayseri Yeşilhisar’da CHP ve DP’liler arasında süregelen gerginlikler yaşan makta ancak kolluk kuvvetleri tarafından sadece CHP’liler gözaltına alınmaktaydı. Bu yüzden, İnönü, 3 Nisan 1960’da toplanacak olan Kayseri Kongresi sonrası Yeşilhisar’a geçip olayları yerinde inceleme kararı almıştı.Ancak Kayseri’ye hareket edeceği günün sabahı saat 4’te Kayseri Valisi’nin telgrafı İnönü’ye ulaşacak, kendisine “Kayseri’de tahrik ve tertipler sonucu hava gergindir.Bu yüzden 3 Nisan’da yapılacak CHP Kongresi yasaklanmıştır. Gelmenize gerek yoktur.” denecekti.
İnönü, Vali’ye yanıtını hemen yazacaktı: “Kayseri Kongresi’nin ertelendiğini teşkilata bildirdim. Ancak Yeşilhisar olayları Meclis’e yansımıştır. O olayları incelemek üzere Kayseri’ye geliyorum.”
İnönü ve beraberindeki heyetin Ankara’dan bindikleri tren Kayseri’ye 49 km kala Himmetdede İstasyonu’nda askerlerce durdurulacaktı. Trene binen Vali Yardımcısı İnönü’ye Kayseri’ye giremeyeceğini söyleyecek, 2 saat 55 dakika süren tartışmalar sonrası tren Kayseri’ye hareket edecek ve haberi duyan büyük bir kalabalık İnönü’yü sevgi gösterileri ile karşılayacaktı.
Fakat Kayseri’den karayolu ile Yeşilhisar’a gitmek isteyen CHP heyetine izin verilme yecekti.Yol askeri birlikler tarafından kesilmişti.Kayseri Valisi Ahmet Kınık olay yerine gelen CHP heyetine, Ankara’dan aldığı emrin kesin olduğunu bildirecekti.
Yapılan uzlaşma sonucu Vali askeri birlikleri kaldıracak, CHP heyeti de Yeşilhisar’a gitmeyi erteleyip Ankara’ya geri dönecekti.
Nisan 1960’da yaşanan bu olayların sonucunda Demokrat Parti ülke siyasetine bom ba etkisi yaratacak bir önerge ile meclise geldi.Özetle ‘ihtilalcilik’ ve ‘isyancılık’ ile suç ladıkları ve memleket genelinde siyasi tansiyonun yükselmesinin nedeni olarak gör dükleri CHP ve bir kısım basına yönelik Tahkikat Encümeni kurulması önerisiydi bu.
7 Nisan 1960 tarihli grup konuşmasında Menderes: “Ahlaksızlar, namussuzlar sizi kapatıyoruz, diye TBMM kararı ile CHP’yi kapatmak lazımdır (…)Bunların hakkından ancak Meclis gelir.Meclis de muhalefet değil DP grubudur.” sözleri ile öncesinde işa ret fişeğini yakmıştı.
Şimdi Meclis’e gelen ve Anayasanın ve Millet Meclisi’nin üzerinde yetkiler ile donatı lacak olan Tahkikat Encümeni önerisi tam anlamı ile hukuk dışıydı.
Öneri lehine konuşma yapan bazı DP milletvekilleri çok ağır ifadeler kullanmaktan geri durmayacaklardı.
DP Grubu’nda encümenin gerekliliği ile ilgili bir konuşma yapan Gaziantep millet vekili Bahadır Dülger: “İsmet Paşa ölür ama leşi ortada kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım” diyecekti.
Önergeye göre kurulacak olan encümen, Türkiye’de her türlü siyasi faaliyeti durdur ma kararı da dahil olmak üzere lüzumlu göreceği bütün karar ve tedbirleri almaya yetkili kılınacaktı.
Bu encümen hem davacı olacak,hem hükmü verecek hem de verdiği hükmü uygula yacaktı.Oysa hukukun ‘H’sinin olduğu bir ülkede böylesi bir yetki hiçbir kişi ya da zümrede olamazdı.
İhtilalcilik ve isyancılık ile suçlanan CHP’nin lideri İnönü önergeye şiddetle karşı çıkacaktı. Asıl ihtilalin,iktidarı bir defa eline geçirmiş olanlar tarafından yapıldığını belirtecek, seçimle gelen DP’nin seçimle gitmek ihtimalinin ufukta gözükmesi nedeni ile ‘ben buradan gitmem’ telaşına düştüğünü söyleyecekti. (
Hiçbir uyarılarının dikkate alınmaması üzerine CHP grubu meclisi terk edecek, o sırada kürsüde bulunan DP Rize milletvekili Osman Kıvrakoğlu onlara hitaben şun ları söyleyecekti:“Sizin,Demokrat Parti liderine,her gittiği yerde milletçe gösterilen muhabbetten haberiniz yok mu? Yüz binlerin nasıl akın akın koşarak, Menderes’i bağrına bastığını işitmediniz mi? Söyleyin, Amerika’da mı, Fransa’da mı, İngiltere’de mi, İtalya’da mı veya Almanya’da mı, nerede, dünyanın neresinde ve hangi partinin başında Demokrat Parti lideri gibi sevilen bir reis vardır?”
18 Nisan 1960 günü meclis oturumunda yaşanan bu olaylardan sonra 15 DP millet vekilinden oluşan Tahkikat Encümeni kurulmasına karar verildi.
Ve sadece 3 saat sonra Encümen radyodan ilk bildirisini açıkladı.Buna göre bütün siyasi faaliyetler durdurulmuştu.Partilerin bırakın miting yapmasını,üye kaydı yap ması dahi artık yasaktı.Ayrıca basının meclis tutanaklarını yayınlanması da,encü menin yaptığı tahkikatların basında yer alması da yasaklanmıştı.Gazeteler sadece encümenin bildirilerini yayınlayabileceklerdi.
Böylece, muhalefetin siyasi faaliyetler ile de, basın yolu ile de halka düşüncelerini anlatabilmesi olanaksızlaşmış,seçmen ile bütün bağı koparılmıştı.DP’liler ise ‘hükü met faaliyeti’ adı altında hiçbir yasağa takılmadan çalışmalarını yapmaya devam ede cek, siyasi faaliyet’ yasağı sadece muhalefet için uygulanacaktı.
Radyoda encümenin bildirileri okunuyor, İnönü hakkında suçlayıcı ifadeler yer alıyor olmasına karşın İnönü’nün bu suçlamalara vereceği yanıt yasak olduğu için hiçbir yerde yer alamıyordu.
Yaklaşan seçimlerde iktidarı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olan Menderes’in, ‘Ben kendime sabık (eski) başbakan dedirtmem’ sözleri bütün bu yaşananlara ışık tutuyordu.Amaç, CHP’nin siyasi faaliyetlerini askıya alarak kurulacak baskı rejimi ile seçimde olası bir yenilginin önüne geçmekti.Menderes,‘demokratik’ yollarla elde ettiği iktidarı antidemokratik yöntemler kullanarak bırakmamayı tercih etmişti.
Encümen henüz çalışmalarına başlayalı iki gün olmuşken Ulus gazetesi yöneticilerini sorguya çekti.Gazetenin genel yayın yönetmen yardımcısı Erdoğan Tamer’e, encümen üyesi Bahadır Dülger’in söyledikleri tüyler ürperticiydi: “Biz Meclis’iz Erdoğan Bey. Biz temyiz tanımayız. Adama avukat tutturmayız. Hiçbir yere itiraz ettirmeyiz. Tevkif ederiz. Hapsederiz.”
Dülger’in sözleri gerçek olacak,Çorum’da CHP İl Başkanı, ‘siyasi faaliyet’ yasağını ihlal ediyor diye, üstelik ‘halkı isyana teşvik ettiği’ de öne sürülerek tutuklanacaktı. Oysa yaptığı şey, Osmancık CHP İlçe Başkanı’nı ziyaret etmekten ibaretti.
Tahkikat Encümeni kurulalı daha bir hafta olmuştu ki, meclise encümenin yetkilerini arttıran ‘Yetki Kanunu’ teklifi geldi.Filmin kopuşu da bundan sonra oldu.
Kanun teklifi, encümeni;savcılara,sorgu hakimlerine,sulh hakimlerine,Ceza Muhake meleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarla verilmiş olan yetkilerle donatıyordu. Tahkikat Encümeni; ‘göz altına alma’, ‘arama yapma’, ‘tutuklama’, ‘gazete ve dergileri toplatma ve kapatma’,‘her türlü belgeye el koyma’ gibi kararları alabilmeye ve bu kararları ‘hükümetin bütün vasıtala rından yararlanarak’ uygulamaya yetkili oluyordu.Ayrıca Tahkikat Encümeni’nin kararları kesin olacak ve kararlara hiçbir mercide itiraz edilemeyecekti
Teklifin görüşüldüğü oturumda çok sert tartışmalar oldu. Konuşması yarıda kalan İnönü’ye, verilen ara sonrası, Adnan Menderes’in talimatı ile, meclisten çıkarılma ve 12 birleşime de katılamama cezası verilecek,İnönü’nün konuşması Meclis tutanak larından silinecekti. Sonrasında İnönü gibi meclisten çıkarılma cezası alan üç CHP milletvekili karara direnmeleri sonucu meclis genel kuruluna çağrılan polisler tara fından saldırıya uğrayacaktı. Dokunulmazlığı olan CHP Gümüşhane Milletvekili Nihat Sargınalp polisler tarafından yerde sürüklenerek kargatulumba meclis binası nın dışına atılacaktı.
Günün sonunda Demokrat Parti milletvekillerinin oyları ile Yetki Kanunu da kabul edildi.
Yetki Kanunun Meclis’te kabul edilmesi, ertesi gün – 28 Nisan 1960 – İstanbul Üniversitesi bahçesinde üniversite öğrencileri tarafından protesto edilmek istendi. Yetkisiz bir şekilde üniversite bahçesine giren polisin silah kullanması, üniversite rektörü Ord. Prof. Dr. Sıdık Sami Onar ve Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’i de darp etmesi sonucu olaylar çığırından çıktı. Gösteriler üniversite bahçesinden dışarı taştı, polisin müdahalesinin daha da sertleşmesi sonucu 20 yaşındaki Turan Emeksiz hayatını kaybetti, onlarca öğrenci yaralandı.
Aynı gün İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi.
Ertesi gün – 29 Nisan 1960 – Ankara Üniversitesi öğrencileri protesto gösterileri yapacak, bu sefer sadece bahçeye girmekle kalmayacak olan polis, fakülte binalarında öğrencilere karşı güç kullanacaktı. Öyle ki, Siyasal Bilgiler Fakültesi verilen ‘ateş’ emri sonrası taranacak ve birçok öğrenci yaralanacaktı.
30 Nisan günü bu kez liseliler sokaklardaydı.Galatasaray,İstanbul Erkek,Vefa, Kaba taş Lisesi öğrencileri üniversiteli ağabey ve ablalarına destek verdi.
Demokrat Parti Grubu’nda olayları değerlendiren Menderes ise ne yazık ki yangına körükle gidiyordu.‘Bütün bu gazeteleri kapatacağız,bu adamları içeri tıkacağız.Üni versitenin temelinin altına gireceğiz.Belki bu akşam, belki yarın akşam,bir hususi mahkeme derhal kuracağız’ diyecekti. Gerekirse tek başımıza silahları alır onları mahvederiz’ sözleri tam bir talihsizlikti.
Aynı gün, Başbakan’ın halka hitabı radyoda tekrar tekrar yayınlanıyordu. Buna göre Menderes vatandaşlardan,‘şüpheli gördükleri kişiler ile ilgili kurumlara haber verme lerini ve güvenlik güçlerine yardımcı olmalarını’ istiyordu.Bu çok ama çok tehlikeli bir istekti.
İçişleri Bakanı Namık Gedik de 3-4 gündür uykusuz görev yaptığını söylediği – orantı sız güç kullanan - polise takdir ve minnetlerini sunacaktı.
Artık pim çekilmiş ve geri sayım başlamıştı.2 Mayıs günü sıkıyönetim Komutanlığı gece sokağa çıkma yasağı getirdi.Sokakta 5 kişiden kalabalık topluluklara ateş edilece ği bildirildi
Aynı gün Sultanahmet’teki Adliye Sarayı’nın önünde toplanan avukatlara polis saldır dı.20 kadar avukat gözaltına alındı.
5 Mayıs günü Kızılay’da,göstericiler hükümeti istifaya davet edecek,orada bulunan Menderes yuhalanacaktı.Menderes,Bayar ve İçişleri Bakanı Namık Gedik Başbakan lıkta bir araya gelecek, Bayar Namık Gedik’e dehşet verici talimatını verecekti: “Şimdi Kızılay’a git,halkla göstericileri birbirinden ayır,sonra göstericilere ateş açtır.” Kızı lay’a giden Gedik kalabalık etrafını sardığından çok şükür ki Bayar’ın emrini yerine getiremeden geri gelecekti.
19 Mayıs günü kutlamaları hükümet tarafından yasaklanacak ancak halk Anıtkabir’e akın edecekti. Fakat bunun bedeli o insanlar için ağır olacak, ziyaretçiler Polis Ensti tüsü civarında polisin saldırısına uğrayacaktı.Çoğu kadın birçok kişi coplanıp, yerler de sürüklenecekti.
21 Mayıs günü ise Harbiyeliler Kızılay ve Çankaya’ya doğru resmi üniformaları ile sessizce yürüyecekti. Artık ihtilal bağıra bağıra gelmekteydi.
Bu arada bunca yaşanan gösteri,yaralanmalar,ölümler sansür nedeni ile vatandaş lardan gizlenmekte olduğundan,Türk halkı yaşananların çoğunu 27 Mayıs’tan sonra öğrenebilecekti.
Hükümet üyeleri sinirlerine hakim olamıyor, yangına körükle gidiyordu. Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise 22 Mayıs 1960 tarihinde yapılan son Bakanlar Kurulu toplantısında: “Tek çare vardır, Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün mebuslarını tevkif etmektir” diyecekti.
Menderes ise ‘Odunu aday göstersem milletvekili seçtiririm’ sözleri ile milletvekille rine… ‘Kara cüppeliler’ yakıştırması ile üniversite hocalarına… ‘Battal Gazi ordusu’ ve ‘Ben orduyu yedek subaylarla bile yönetirim’ sözleri ile de askerlere olan sert tutu munda her zaman ısrar edecekti.
DP taraftarı, anayasa hukukçusu Prof.Dr. Ali Fuat Başgil olaylar nedeni ile hükümetin istifa etmesini önerecek ancak Bayar bu öneriye karşı çıkacaktı. Cumhurbaşkanı’nın, “Tenkit zamanı geçti, şimdi tenkil (ortadan kaldırma) zamanıdır” sözleri son şansın da yitirilmesine neden olacaktı.
Ülke 27 Mayıs sabahı Albay Alpaslan Türkeş’in radyodaki sesi ile uyanacak ve bir grup subay, emir-komuta zinciri dışında hareket ederek yönetime el koyacaktı. 10 yıllık Demokrat Parti iktidarı sona ermişti.
Yaşanan bu 10 yıllık çok partili dönemde görüldü ki, yeni bir partinin (DP) kurulup seçimlerde kazanarak iktidarı geçmişin tek partisinden (CHP) devralması tek başına demokrasi demek değildi.Demokrasi, sadece sandık kurulması ya da seçimlere birden fazla partinin katılması da değildi.Demokrasinin olmazsa olmazı ‘özgür muhalefetti.’
Demokrat Parti hükümetinin demokratlığı ne yazık ki sadece parti isminde kaldı. ‘Halk beni seçti, öyleyse ben ne dersem o olacak’ anlayışı, en ufak eleştiriye bile hoşgörü ile yaklaşmayı bırakın sert tedbirler ile karşılık verilmesi sivil siyasete büyük darbe vurdu.
27 Mayıs askeri müdahalesi hep konuşuldu ama…
Demokrat Parti’nin otoriter bir iktidar olarak muhalefetin siyasi çalışmalarını yasaklaması,sivil toplumu,üniversiteleri,basını sürekli cezalandırması, yargıyı yürüt meye bağlamaya çalışması apaçık bir ‘sivil darbeydi.’
Not: CHP' yi yönetenler yukarıdaki tarihi gerçekleri halka doğru şekilde anlatmadıkları için; Din tüccarları 1950'den beri hem iktidardalar,hem mağdurlar.Onlar yönetti ancak bu günde olduğu gibi hep suçlu CHP oldu. Bence'de suçlu CHP yi yönetenler.........................